Okur Bülteni - 51
İki haftalık bir aradan sonra tekrar karşınızdayız. Bu hafta konuklarımız Melisa Ceren Hasmaden ve çevirmen Zeynep Duru Aygüven. Hasan Hayyam Meriç ise hızla Lıkırdılar’ın sonuna doğru yaklaşıyor.
Merhaba,
Yeni sosyal medya mecralarında sandalye kapmaya çalışmaktan helak oldunuz mu? Biz daha OKB’nin iki hesabıyla doğru dürüst ilgilenemezken neler oldu öyle ya?
İki haftalık bir aradan sonra tekrar karşınızdayız. Bu hafta Caner Almaz’ın sorularını Melisa Ceren Hasmaden yanıtladı ve çevirmen Zeynep Duru Aygüven. Hasan Hayyam Meriç ise hızla Lıkırdılar’ın sonuna doğru yaklaşıyor, altıncı bölüm yayında.
Dumanı Üstünde şıkır şıkır, Konumuz Komşumuz yine yazmış yakıştırmış, Duvardaki Bardak’ta ise pek birşey yok.
1 KONUK 5 SORU - Melisa Ceren Hasmaden
Kalabalık bir edebiyat sofrası kuruyoruz, yaşayan ya da aramızdan ayrılan yazarlardan beşini çağırmak da sizin hakkınız. Kimleri çağırırdınız neden?
Beş kişi çok azmış. Şöyle uzun, Ferzan Özpetek masalarını aratmayacak bir sofrada, benzerler ve benzemezler yan yana otursak isterim. Ama madem yerimiz dar; bir öncelikliler değil de ilk akla gelenler sıralaması yapayım. Bilge Karasu’yu ve Ursula K. Le Guin’i başköşelere oturtmasak olmaz bence. Geriye kaldı üç sandalyemiz. Truman Capote, Jeanette Winterson, Virginia Woolf paylaşırlardı o üç sandalyeyi de. Neden sorusuna gelince: Buraya geldiğimde bir durdum. Her birinin edebiyattaki yeri, yetkinliği, yenilikçiliği, katkıları, dönüştürücülükleri vs. üzerine sayfalarca yazılabilir, yazıldı da. Meraklısı nasılsa okur.
Bu soruya, yanıtı ansiklopedi maddesine dönüştürmeden yanıt vermek isterim. Öyleyse bu isimleri seçen aynı öznellikle yanıt vermem gerektiğini düşündüm. Bu beş isimi aynı masada görmek isteyeceğim, benim gözümdeki ortaklıkları ne? Hepsi için ortak bir cevap verebilirim: Bu isimler benim okumayı, eleştirel okumayı, yazınsal düşünceyi öğrendiğim, anlatının olanakları ve sınırları, anlatının söyleminin gücü, bakış açısının hikâyedeki politik etkisi üzerine kafa yormama neden olan, beni daha kuramsal okumalara yönlendiren zihnimdeki etkileri edebiyatın sınırlarını aşan yazarlar. Poetikayı sorgulamayı, bir disiplin olarak düşünmeyi, insanın ve insana dair olanın çok boyutluluğunu, bir etik kabul olarak çok sesliliği öğrendiğim, öğrenmeye başladığım yazarlar.
Bir sabah uyandınız ve siz hariç dünyadaki herkesin uyuyor olduğunu gördünüz; insanları uyandıracak olan tek şeyinse onlara doğru kitabı okumak olduğunu keşfettiniz. O kitabı keşfedene kadar okumaya karar verdiğiniz kitaplar ve en son insanları uyandıracak o kitap hangisi olurdu?
Hani gelenektir ya, insanları uyutmak için masallar okunur. Peki uyandırmak için ne okuruz? Demek nasıl uyandırmak istiyorum diye bir düşünmem gerek; sakince, birden bire, yerlerinden sıçratarak, bir uykudan uyandıklarının farkında varabilecekleri kadar usulca ya da neye uğradıklarını şaşırtacakları kadar ani… Hangisi? Tek tek her birine fısıldayamayacağıma göre biraz yüksek perdeden bir uyanma çağrısı olmalı ama insanları da ürkütmenin alemi yok diye düşünüyorum.
Öyleyse bu durum bana çok Saramago romanlarına yaraşır geldi. Öyleyse uyandırmak için okuyacağım kitap da onun romanlarından biri olabilirdi. Ama hangisi? Karar vermek güç, Körlük ile Görmek arasında bir seçim yapmam gerekirdi. Körlük biraz omuzlarından tutup sarsmak gibi olurdu sanki. Ama Görmek de ondan aşağı kalmaz. Bu iki kitap da olmayacak. Bir kopuş değil de bir geçişle uyandırmayı düşünmek gerek belki. Uyandırmadan önce onları ortak bir düşte buluşturmak, düşe inandırmak güzel olurdu.
Michael Ende’nin Bitmeyecek Öyküsü’nü denemeyi düşünebilirdim. Ama bu uyanmak değil de bir gündüz düşüne dalmak gibi olacağından vazgeçerdim sanırım.
Belki bıraktığımız yerden devam etmez, aynı şekilde yaşamazdık o zaman. Bu toplu uykuya dalış, başka bir dünya mümkün demek, yeniden kurmak için neden bir olanağa dönüşmesin. O zaman başka bir sorunun daha önemini fark ediyorum, yani madem uyuyorlar onları neden uyandırmak istiyorum? Her şey kaldığı yerden devam etsin diye mi, yoksa bunu bir değişimin eşiği olarak kurmak için mi? Benim seçimim ikincisi. Buna karar verdikten sonra, aklımda hepimizin tahmin edeceği isimler sıralanırdı: Virgina Woolf, Harper Lee, William Faulkner, Gabriel Garcia Marquez, Thomas Hardy, Necip Mahfuz… Bu liste böyle uzar gider.
Ama aradığım kitabı hiçbirinin yazmadığını biliyorum. Az önce verdiğim yanıt, beni tek bir yazara götürüyor: Ursula K. Le Guin. Mülksüzler. Shevek’in dediği gibi; Umudun ne olduğunu bilmeden onu nasıl bilebiliriz. Mülksüzler, bu büyük uyku, bu büyük kesintiden sonra aynı yerden devam edilmeye bileceği umudunu görmek için tek başına yetmez, ama iyi bir başlangıç olurdu.
“Ne zaman bir şeyler yazacak olsak, bazı araçlara ihtiyacımız olur; yalnızlık olabilir bu ya da bir ağaç. Ya da ne bileyim, gübre yığını veya insan. Ancak sonunda neredeyse her zaman kendimize odaklanıyoruz,” diyor Thomas Bernhard bir söyleşisinde. Sizce yazmaya hevesli bir insanın ihtiyacı olan şeyler neler?
Yazma hevesli ya da yazan bir insanın pratik ihtiyaçları parmak izi gibi kişiye göre değişir elbet. Ama Bernhard’ın vurguladığı yere bakalım: “Ancak sonunda neredeyse her zaman kendimize odaklanıyoruz.” Peki yazarın kendine odaklanabilmek için neye ihtiyacı vardır diye soruyu güncellesek, nasıl olur? Kendimize hangi araçlarla bakacağız, hangi perspektiften? Sonra baktığımız yer de ne bulmayı umuyoruz? Ne aradığımızı ve neden aradığımızı bilsek, bu işimizi kolaylaştırırdı elbette. Bence bu kendine bakışı yazıyla birleştireceksek, yazma hevesli birinin önce neden yazdığını, yazarak ne yapmaya çalıştığını sorması gerekebilir. Bu soruya her zaman net, açık, bütün bir yanıt veremez insan. Ama sormak ve sorunun peşinden gitmek de az şey değildir. Sınırları kapalı, geçirgen olmayan bir kendimiz var mı, şüpheliyim, kendinde-varlıklar değiliz nihayetinde. Öyleyse sorunun yanıtını ararken kendimize olduğu kadar şeylere; diğerlerine, onlarla ilişkiselliğimize, bağlarımıza, çatışmalarımıza ve bilincimizin derinliklerine de bakmak zorunda kalabiliriz. Peki tüm bunlara bakmak için kendi aklımız, algımız, bilgimiz, sezgimiz yeter mi? Ben buna yetmez derim. Yardım almalıyız, kimden, nereden? Bizden önce bakmış, aramış, sormuş, bulmuş, bulduğunu sanmış, yanılmış, yanıldığını kabul etmiş olanlardan. O zaman yolumuz bu rehberliği zamandan ve mekândan münezzeh bir şekilde bulabileceğimiz tek yere; kitaplara ve sanata çıkıyor.
Sizce yazar yazmak için mi yazar, yoksa okunmak için mi yazar?
Bu soruya her yazar kendi meşrebine göre bir yanıt verecektir. Bu soruya yazar şunu bunun için yapar denecek, tek bir yazarlık hali olduğunu düşünmüyorum.
En son ne izlediniz, ne dinlediniz, ne okudunuz?
Film: Bırak Artık Şu Yalanlarını
Müzik: Son dinlediğim özel bir şey yok, spotify karışık akıyor.
Kitap: Byung-Chul Han – Şeffaflık Toplumu – Metis Yayınları
DUVARDAKİ BARDAK
1-7 Temmuz Türkiye’de Sanatsal İfade Özgürlüğü Raporu yayınladı.
Açık Ders: Melankoli ve Kent “Bir Melankoli Mekânı Olarak Ansikolopedi” Ferda Keskin / Salt Galata / 27 Temmuz 2023 18.30
Parşömen Edebiyat 16 yıllık yayın hayatına son veriyor… Onur Çalı’nın Aslı Uluşahin’e verdiği röportaj için…
2023 Hugo Ödülleri adayları açıklandı…
40. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nın onur yazarı Nermin Abadan Unat oldu.
Aras Yayıncılık’ta yeni dönem başlıyor. Rober Koptaş’ın ve Lora Sarı’nın ayrılışının ardından yayın yönetmenliğine Nesrin Uçarlar geldi. Sesil Artunç ve Sevan Değirmenciyan ekibe katıldı.
Dünyanın en eski gazetesi olan 1703 yılından bu yana günlük olarak yayınlanan Wiener Zeitung basılı yayına ara verdi.
DUMANI ÜSTÜNDE
Nankör - Gökçe Gündüç - İthaki Yayınları
Bu haftayı bir ilk kitapla açıyoruz. Çevirmenliğiyle sevdiğimiz, editörlüğüne bayıldığımız Gökçe Gündüç, öykü kitabıyla huzurlarınızda. Arka kapak bu sefer iştah açıcı…
“Bir çocuğun annesine inanmaması mümkün mü? Annesinin onda gördüğünden fazlasını bulması mesela kendinde? Büyüdüğünde bile üstelik? Mümkün mü?”
Bir tekerlek gibi çamura saplanmış düşüncelere, sonunda hep birbirine benzeyen ilişkilere ayna tutuyor Nankör’deki öyküler. Karakterlerin çevresindeki karanlığı, içlerindeki çıkışsızlığı hissetmemek, o girdaba direnmek okur için de hiç kolay olmayacak üstelik. Ruh ikliminin vahşi coğrafyalarında –gece inen kâbuslara rağmen– büyümek ve büyütmek için çırpınan annelere ithaf edilmiş çarpıcı bir ilk kitap.
Ayı - Marian Engel - Harfa Kitap - Çeviren: Duygu Akın
Yayın hayatına başladığı günden beri bizi bir hayli ilginç metinle buluşturan Harfa’nın yeni kitabı Ayı yayınlandı. Bir yarımızı Kanada’ya göndermişken elbette Kanada Edebiyatı’na duyduğumuz ilgi de arttı. “Kuzey Kanada’nın yalnız ve vahşi doğasında, aşkın ve kendini keşfetmenin sınırları zorlayan hikâyesi… Utangaç ve kendi halinde bir kadın olan Lou, Tarih Enstitüsü’nde çalışan bir envanter sorumlusudur. Merhum Albay Jocelyn Cary’nin evindeki ve mülkündeki envanter dökümünü yapmak için uzak bir adaya çağrıldığında, bunu tozlu bodrum katındaki ofisinde haritalar ve el yazmaları arasında geçen günlerinden uzaklaşmak için bir fırsat olarak görür. Ne var ki orada karşılaşacağı gizemli ve görkemli bir ayının, hayatının akışını sonsuza dek değiştireceğini bilmiyordur.”
Ey hayatı değiştiren ayı lütfen gel beni de bul. (Adalet içsesi.)
Hekimlik Sanatları - Ercan Kesal - İletişim Yayınları
Hekimlik zor zanaat. Bu satırların yazarı da bir doktor çocuğu olduğu için o zorluğun sadece hekimin mesleki yaşamıyla sınırlı olmadığını iyi bilir. Memleketimizin nadir ve nadide münevverlerinden Ercan Kesal bu zorluklara yeni kitabıyla ve yine o harika üslubuyla ışık tutuyor.
Arka kapak, yeterince açıklayıcı…
Ercan Kesal, çocukluğunda hekimlere özenmesiyle başlayıp tıp öğrenciliğine uzanan kendi hikâyesi üzerinden, hekimliğin değişik çehrelerine bakıyor: mecburi hizmet, taşra hekimliği, muayenehanecilik, uzmanlık, “hastanecilik”... Hekimliğin emek süreci, zorlukları, hazları, muammaları üzerine düşünüyor. Tabii, hekimlerin toplumsal ve siyasal sorumlulukları üzerine de…
Evine Dönemeyen Adam - Emrah Öztürk - Yapı Kredi Yayınları
Vallahi buna kalem oynatamayacağız, arka kapağı olduğu gibi yapıştırıyoruz. Emrah Beyin yeni kitabı hayırlı, okuru da bol olsun ama artık arka kapaklarda uzay, zaman, mekan, eşya, doğa gibi kelimeler karneyle mi kullanılsa?
Kişileri çevreleyen zamanla mekânın, eylemleri belirleyen eşyayla doğanın güçlü anlatımı göze çarpıyor öykülerde. Özellikle “Rüya Hanım’ın Günlüğü” öyküsünde mutluluk, özgürlük ve benlik arayışını zehirleyen ihanet ve suçluluk duygusu öne çıkıyor. Karabasanlar, gerilimler, hesaplaşmalar ve ödeşmeler bir korku filminin sisli havası içinde veriliyor. Sessizlikteki dostlukla gürültüdeki düşmanlık arasında derinleşen, bireysel arzularla toplumsal dayatmalar arasında göz ardı edilmiş duyarlıkları incelikle işleyen bir kitap, Evine Dönemeyen Adam.
Çok Yalan Söyledik - Zeynep Göğüş - Everest Yayınları
Zeynep Göğüş bildiğiniz gibi bir romancı. Ama zor bulunanlarından. Üretken. Takdirle takip ediyoruz.
İlk yapıtı Işık Ülkesinden ile Yunus Nadi Roman Ödülü’nü, Yok Çünkü Telafisi adlı romanıyla Oktay Akbal Edebiyat Ödülü’nü kazanan Zeynep Göğüş, Çok Yalan Söyledik ile bir dönemin kapısını aralıyor. Ülkenin darbeler tarihine de göz atarak bugünü yaratan koşulları inceleyen, sıkça sorulan “Biz nasıl bu hale düştük?” sorusuna yanıt arayan bir roman Çok Yalan Söyledik, yazarın deyişiyle “kurgusal bir belgesel”.
Fon - Mahfi Eğilmez - Remzi Kitabevi
Mahfi Hoca’yı öğrencilik yıllarında iktisadımız ve maliyemiz parantezlerinde takip ederken gün gelecek de romanlarını duyuracağımız aklımıza gelmez tabi ki. Fakat hocamız da bu işe ısınmış gibi.
“Siyaset, ticaret, cemaat üçgeninde yaşananların romanı…” spotuyla duyurulan son kitabı kara roman üçlemesinin de son parçası. Inferis ve Sahte Sultan’ın ardından karşınızda Fon…
Yüksek getiri vaat eden Slalom Fonu, sıradan yatırımcılar dışında büyük oyuncuların da iştahını çekmiştir. Farklı katılımcıların oluşturduğu karmaşık ilişki ağı, fonda sorunlar yaşanmaya başlayınca zorlu çıkar çatışmalarına yol açar. Maliye Bakanlığından bu fon hakkında gizli bir mali inceleme yapması istenen Murat, yaşanan pek çok gelişmenin ardından kendini fonla bağlantılı soygun, intihar ve cinayet vakalarını aydınlatmak için savcıya ve Komiser Tarık’a yardımcı olmaya çalışırken bulacaktır.
Histeri - Christoper Bollas - Kolektif Kitap - Çeviren: Evren Asena
İlgiyle takip ettiğimiz Kolektif Kitap’ın son zamanlarda gözümüzü acıtan kapaklar yapmasına baya şaşırıyoruz. Yine bir hayli kafa karıştırıcı bir kitap yayımlamışlar “Sigmund Freud’dan hareket eden, Melanie Klein ve Donald Winnicott ekollerine uğrayan, Fransız psikanalitik düşüncesinden Jacques Lacan’ı da ihmal etmeyen bu eserinde Bollas, histeri hususunda uzun süredir var olan fikirlere yeni bakış açıları getirerek psikanaliz ve psikoterapiyle ilgilenen öğrenciler ve profesyonellerin yanı sıra Batı kültüründe kişiliğin oluşumuyla ilgilenen sıradan okurlar için de aydınlatıcı bir metin.”
İçeriğinin ne olduğuna bakmadan satın alınabilecek ilgi çekici bir isme sahip bir kitap benim için. (Adalet) “Yahudi-Arap kimliklerinin kurucu unsur olduğu Mağrip'in efsunlu tarihinden meseller, kıssalar ve hurafelerle ilmek ilmek işlenmiş Çöl, bilinmez yollara düşen yersiz yurtsuzlara sessiz bir ağıt, yeniden başlamayı muştulayan bir başka macera…”
ÇEVİRMENİN MASASI - ZEYNEP DURU AYGÜVEN
Ne zaman başladı bu macera ve hangi kitapla?
Çeviri maceram lise yıllarımda başladı. O zamanlar liseyi bitirdiğimde kitap çevireceğim bana söylense inanmazdım. Hayatın karşımıza neler çıkaracağı hiç belli olmuyor. Henüz İtalyan Lisesi’nde okuyorken çok sevdiğim edebiyat hocam Başak Baysallı’yla Değişim Sanat adlı bir dergi çıkarmaya başlamıştık. Yazıları hem Türkçe hem İtalyanca yayımlamaya karar verdikten sonra çeviri adına ilk adımlarımı attım. Çeviriden keyif aldığımı, bir hikâyeyi dergi için İtalyanca’ya çevirirken fark ettim. Başak Hocam beni bu konuda teşvik etmeye devam etti ve liseyi bitirdikten sonra hazırladığım özgeçmişimi bazı yayınevlerine gönderdik. Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Hızlı gelişen sürecin sonunda Cem Yayınevi’yle İtalyanca bir romanı çevirme konusunda anlaştık. Önerdikleri isim Nobel ödülü alan tarihteki ikinci kadın yazar Grazia Deledda’ydı. Deledda’dan çok sevdiğim İtalyan edebiyatı hocam Luciano Meloni’nin derslerinden birinde bahsettiğimizi çok iyi hatırlıyorum, Meloni de Deledda gibi Sardinyalıydı. O zamanlardan beri aklımda kalan yeşil ve ıssız kasaba manzaraları beni tekrar bulacakmış demek ki.
Çevireceğim romanın Rüzgârlı Kasaba olmasına değerli editörüm Kadir Kıvılcımlı’yla karar verdik. Benden beş kitap seçmemi ve o kitaplar hakkında kısa açıklama metinleri hazırlamamı istemişti. Bu beş kitap arasından seçtiğimiz Rüzgârlı Kasaba oldu, iyi ki olmuş.
En son ne çevirdiniz? Masanızda yeni ne var?
En son yine güzel tesadüflerle karşıma çıkan iki tatlı yönetmen İdil Akkuş ve Ekin İlkbağ’ın Düet adlı uzun metraj belgeseline İtalyanca altyazı hazırladım. Film Roma’daki Cinema d’iDEA festivalinde 9 Temmuz’da gösterilecek, umarım izleyiciler izlerken benim çevirirken aldığım kadar keyif alırlar. İki genç sporcunun hayatına özel bir bakış gibi olsa da filmin herkese tanıdık gelecek hisler ve anlar barındırdığını düşünüyorum.
Gelecekte neler çevireceksin derseniz, güzel projelerin beni beklediğini hissediyorum. Birkaç ay içerisinde gelecek haberler sonrasında yeniden bir edebi çeviri yapmak üzere masa başına oturmayı diliyorum.
Bugün gelse elimdeki bütün işleri bırakıp onu çeviririm dediğiniz bir yazar var mı?
Haziran sonu yapılan, yılın parçası olmayı en sevdiğim festivali Documentarist İstanbul Belgesel Günleri’nde Aylin Kuryel ve Fırat Yücel’in Ulysses Çevirmek adlı filmini izledim. Film, Ulysses’i Kürtçe’ye çeviren Kawa Nemir’in hikâyesini anlatıyordu. Bir çevirmenin nasıl biri olduğu, ne kadar özel bir iş yaptığını; aynı zamanda, yaptığı çevirilerle hayatının ne kadar şekillendiğini düşündüm. Bu soruya hayatımın farklı dönemlerinde farklı cevaplar verebilirim. Ama karşıma hangi çeviri işi çıkarsa çıksın beni değiştireceğini düşünüyorum. Şimdiye kadar keyif almadığım hiçbir çeviri olmadı.
Yine de James Joyce çevirmek, hayatını James Joyce cümleleriyle sokaklardan geçerek yaşamak çok güzel olmalı. Büyük yazarlardan Fransız edebiyatından Marcel Proust, İtalyan edebiyatından Umberto Eco çevirmek benzer hisler yaratabilirdi. Ancak henüz buna hazır mıyım bilmiyorum.
Fransız Edebiyatı ve Dilbilim okuduğum için birçok yazarla zaman geçiriyorum. Geçirdiğimiz zamandan en çok keyif aldığım yazarlardan biri yakın zamanda Jean Giono’ydu. Onu Türkçe’ye çevirmek veya Tezer Özlü’yü Fransızca veya İtalyanca’ya çevirmek güzel deneyimler olurdu. Ama hiç tanımadığım bir yazarla çeviri vesilesiyle tanışmak da bir o kadar keyifli olur eminim.
Peki okur olarak bir çeviriye "iyi" demek için hangi şartları ararsınız? Mesleki deformasyon var mı okumanızı engelleyen?
Bir çeviriye “iyi” demenin şartlarını belirlemek çok zor. Yaptığım altyazı çevirileri ve edebi çeviriler birbirlerinden çok farklı örneğin. Altyazı çevirisinde uyulması gereken bir süre ve kelime sınırı oluyor. Bir dilde iki kelimeyle ifade edilebilen ifadeler diğer dilde sözcüklere sığmayabiliyor. Bu ve benzeri durumlarda anlam kayıplarının önüne geçmek için elimden geleni yapıyorum. Altyazı yaparken izleyici için altyazının akıp gitmesi önemli, kendim de bir sinema izleyicisi olarak bunu söyleyebilirim.
Edebi çevirideyse bu soruyu okur olarak cevaplamam daha kolay olacak. Çevirmenin yazarı anladığı, onunla bütünleştiğini hissetmeyi seviyorum. Daha serbest yazan bir çeviri ekolü de var ancak çeviri yapmanın kitabı yeniden yazmaya yaklaştığı noktada çeviri ve yeniden yazım (réécriture) arasındaki çizginin bulanıklaştığını hissediyorum. Bir okur olarak bu ikisi arasındaki ayrımın kaybolmamasını tercih ederim. Bu şekilde, bir çeviri okusam da metnin orijinal dilindeki cümlelerin verdiği hisse yaklaşmış olurum.
Mesleki deformasyon bazen oluyor. Bu çevirmenlikten çok, edebiyat ve dilbilim okumam ve okuduklarım üzerine sürekli makaleler yazmam gerektiğinden. Bazen kitabı açtığımda kitabın girişi (incipit) nasıl inşa edilmiş düşünmeden veya tanıdığım bir yazarsa metnin içinde yaptığı metinlerararası göndermeleri tespit etmeye çalışmaktan kendimi alamıyorum. Aynı şekilde eğer çeviri metin okuyorsam bazen cümlenin aslını merak etmeden edemiyorum. Ama bunlar anlık düşünceler olarak gelip gidiyor, eğer bunları düşünmemi gerektirecek bir çalışmam yoksa kısa bir süre sonra kendimi okuduğum dünyaya bırakıyorum.
Rutininiz, alışkanlıklarınız, totemleriniz var mı? Örneğin yanınızda ne olmazsa asla çeviremezsiniz?
Genellikle hava kararmadan çalışmam. Bilgisayar başında oturmak için en sevdiğim saatler gece saatleridir. Hatta mümkünse gece yarısından sonra bir çay koyar masamın başına geçerim. Gecenin sessizliği çöktüğünde işlerime çok daha iyi odaklanıyorum. Bazen geceleri kedim de kapımı çalıp içeri girer, odamın içinde döner, hava soğuksa yanan elektrikli sobamın önüne uzanır. Onun sayesinde ben de biraz mola veririm. Günün en sakin ve huzurlu anlarını o saatlerde yaşıyorum. Hem yaptığım çeviriler hem de kedim bunun bir parçası oluyor. Bir de bir bardak çay.
Çevirmenlik delilik diyorlar, doğruluk payı var mı sizce? Öyleyse de devam etme gücünü veren ne?
Sevmeden, keyif almadan yapılabilecek bir şey değil. Ama eğer seviyorsanız yaşattığı his çok özel. Ben henüz bu yaşta karşılık beklemeden ne olursa olsun keyif alarak yapabileceğim bir şey bulduğum için çok mutluyum. Edebi çeviriye Deledda ile başlamak da çok anlamlıydı benim için, artık hayatta olmayan birini çevirmek onun anısını yaşatabilmek demek. Onunkine uzak görünen yıllardan, farklı bir coğrafyadan Rüzgârlı Kasaba’ya baktıkça; anlattığı kadının bazı yanlarının kişisel olarak kendime ve daha geniş bir açıdan Türk okurlara ne kadar benzer olabileceğini gördüm. Deledda’yla aramızdaki yüz yıla rağmen çok iyi anlaştığımızı düşünüyor, onun gibi birinin neredeyse bir yılıma eşlik ettiğini düşündükçe mutlu oluyorum. Sanki bir kısmım o zamanı Sardinya’da geçirmiş gibi hissediyor, iki yıl önce çevirdiğim cümlelere baktıkça eski fotoğraflarımı karıştırıyor gibi bir hisse kapılıyorum. Hayatta bu tür hislere tutunabilmek bana devam etme gücünü veriyor. Başka ne isteyebilirim ki hayattan, diyorum.
Okurun çevirmen konusunda bilinçlendiğini düşünenlerden misiniz tam tersi mi?
Yabancı dil eğitimi hayatımın erken yaşlarından beri bana eşlik etti. O nedenle hep bir metni orijinal dilinde okumak ve Türkçe çevirisini okumak arasındaki farkları düşünmem gerekti. Sınıf arkadaşlarım arasında bile İngilizce’yi öğrendikten sonra aslı İngilizce olan bir kitabı Türkçe okuyor diye birbirini eleştirenler olurdu. Eve geldiğimde çok iyi bir okur olan anneme fikirlerini sorardım. Kısacası, bu tartışma eskiden beri ilgimi çekiyor; farklı okurların görüşlerini anlamaya çalışıyorum. Şimdiyse bu soruya üç yabancı dili iyi seviyede bilen, aynı zamanda çeviri üzerine kafa yoran biri olarak bakıyorum. Çevremdeki okurların çoğu edebiyatla ilgilenen arkadaşlarım olduğundan etrafımda okumayı seçtikleri çevirmen konusunda bilinçli okurlar görüyor, bir kitabın farklı dillerdeki çevirilerinin “iyi” olup olmadığına dair tartışmalara tanık oluyorum. Ancak belki daha çok okurun düşüncelerini gözlemlemeliyim, bu sorunuz beni yeniden kendi çevremin dışındaki insanların okuma alışkanlıkları konusunda meraklandırdı.
Yine de eline çeviri bir metin alan her okurun okuduğu metnin çeviri olduğunun bilincinde olabileceğini düşünüyorum. Yeni döndüğüm Ordu Beyağaç Köyü yolculuğunda köy okulunun içine girmiştim. Artık okul olarak kullanılmayan tatlı binanın içerisinde eski kitaplar duruyordu. Raflar dünya edebiyatı klasiklerinin çevirileriyle doluydu. Çeviri okumanın yeni dünyalarla kurduğu köprülerin çok özel olduğunu düşünüyorum. Ancak köprü geçildikten, kitabın kapağı açılıp hikâyenin ilk sayfasına gelindikten veya en geç birkaç sayfa okunduktan sonra yeni toprakların bitki örtüsüne ve havasına alıştıktan sonra geriye sadece okur ve kitap kalıyor, diye düşünüyorum.
KONU KOMŞU
Ahmet Telli’nin şiirinde ne var ki, diye düşünenler bir daha düşünsün. Muktedirlerin denetleyemeyeceği bir düş gücü zenginliği var.
Altay Öktem yazdı, Muktedirler şiirden neden korkar?
Derya Bengi yazdı, Çaktın beni en derinden Özkan Uğur…
Can Öktemer yazdı, “Camera Lucida” ve aile fotoğrafları üzerine düşünceler, O “ân”ın anlattıkları…
Burcu Aktaş yazdı, Haysiyetli insanlar arasında…
Cem Erciyes yazdı, Festival yasağına hayır…
Emek Erez yazdı, Eğlenceli veya çileli olan aynı kafeste nasıl buluştu…
Salçalı Gündem’in yaratıcılarından Çiçek Tahaoğlu ve Florence Konstantina Delight, Hazal Sipahi’nin sunduğu Ayrık Otu programının konuğu oldu…
Burak Soyer yazdı, Erkekliğin değil kadınlığın kitabı: Leydi Sapiens…
Süreyyya Evren yazdı, Travma ile baş etmenin kolektif oyunları: Wes Anderson’dan Asteroit Şehir…
Behçet Çelik yazdı, Vüs’at O. Bener’in son dönem öykülerine bir bakış…
Ulaş Bager Aldemir, Rebekka Endler’le söyleşti, Gündelik yaşam ve patriyarka…
Yenal Bilgici yazdı, Bir zamana sorusu kitap dinlemek mi okumak mı?
Borga Kantürk: Kısa Mesafeler İçin Bir Kitaplık
Banu Yıldıran Genç’in youtube kanalına abone oldunuz mu? Annie Ernaux ve kitaplarına dair sohbetler videosunu yayınladı.
Kübra Yeter Kitap Gıybetleri başlığında yeni bir youtube kanalı açmış. Buyrun ikinci bölümüne.
BONUS OKUMALIK
216
Susma kara çal
susma kara gün
sussun;
U dökülüp dibine
sıkıca yapıştığın devran
zamanla uçuşan kabuklu bitkiler
teneşirin ismini değiştiği çaba
tasarlanmış ayrılıkların modası
suyun gölgesi geçmiyor
anlaman
tükenen ırmakların suyuna uzanıp
türkü söyleyen bağırman
kırılman sırtıma sardığın yaradan
sızması ayaklarıma
gel diyorsan gelir duman
yanacaksa yansın duvar
yıkılacaksa engel olmasın kimse
sular aksın altından
geçsin boyunu ölçüsü
kustuklarını yamasın yaralı yerlerine
incelsin saptığı yerde can damarı
küçük boncuklarla büyümüş acılara
çizilsin kararsız vadi sınırları
çatılsın çitleri gece yarısı
kırılsın çivi
sökülsün sapı keserin
yarılsın açıp bakmadığın kiriş
kuvvetinden şüpheye düş
dolaşık anılarla