Okur Bülteni - 6
Bu hafta hayata karşı özverisini ve inceliğini kitaplarından ve yazılarından bildiğimiz Behçet Çelik'i davet ettik. Cevaplarıyla yine aklımızı açtı, nefes aldırdı. Daha çok yazsın, daha çok okuyalım. Ondan öğreneceğimiz çok şey var!
K24'e son yazılarınızdan biri Alejandro Zambra üzerineydi. Sizce Zambra'nın cebindeki alışveriş listesinde neler yazıyordur?
Zambra’nın Serbest Kürsü kitabında yer alan, üç bölümlük “Bir İnsanı Tercüme Etmek” başlıklı denemesinde sorunuza yanıt vermeyi kolaylaştıran bir ipucu var. Zambra, bu denemede, eşi ve oğluyla birlikte yaşadığı Meksika’da –halen orada mı yaşıyorlar, bilmiyorum– kanguruya koyduğu bebeğiyle süpermarkete gittiğinden bahsederken, “Dört Meksika turpu ve beş mamey [tropikal bir meyve] alıyor, ülkemden yedi bin bilmem kaç kilometre uzakta olduğumu, ülkemde ne Meksika turpu ne de mamey bulunduğunu ve Meksika turpu ya da mamey bulunmayan bir ülkede yaşamanın benim için felaket olduğunu düşünüyorum,” diye yazar. Dolayısıyla, alışveriş listesinde Meksika turpu ve mamey bulunması hayli muhtemel. Aynı yazıda oğlunun “şimdiden basbayağı Meksikalı” olduğunu, “Yakında onu chile (Şili) sözcüğünün sadece acı bibere değil, aynı zamanda haritadaki bir ülkeye karşılık geldiğine ikna etme”si gerekeceğini belirtir. Listesindeki acı biberin yanına da bir onay işareti koyabiliriz.
Okumamak’taki bir denemesinde de gençlik yıllarındaki edebiyatçı arkadaşlıklarını anarken, “Ortalama bir Şilili şair kadar alkoliktik,” diyor. Çoluk çocuğa karıştıktan sonra eskisi kadar içtiğini zannetmiyorum, ama ortalama bir Şilili olmayı bırakmadığını, alışveriş listesinde hiç değilse altılık bira paketi olduğunu düşünebiliriz – ya da bir şişe Şili şarabı.
Herkesin birbirini didikleyip durduğu bu hayatta bir edebi biçim olarak didiklemekten ve didiklenmekten nasıl bir haz alıyorsunuz?
Sorunuzdan insanların birbirini didikleyip durmasından hoşnut olmadığınızı anlıyorum, ben de hazzetmem. Didiklemekten ve giderek daha sık tanık olduğum bir başka tutumdan: Didiklerken eline geçen küçük bir parçadan yola çıkarak öbür kişiye ilişkin yanlışlanamaz, devasa çıkarımlar yapmak. Edebiyattaki “didikleme” eylemi bundan çok farklı bence. Öncelikle edebiyat yapıtları okurken didiklediğimiz en başta kendimizdir. Evet, yazar bir anlamda roman kişilerinin dedikodusunu yapar bize, ipliklerini pazara çıkarır, onları ifşa eder, bunları okurken gündelik hayattan tanıdığımız birilerine benzetip onlar hakkında da saptamalar falan yaparız, ama esas olarak farkında olalım olmayalım, okuduklarımız bizi kendimiz ve insan olmak üzerine (dolayısıyla gene kendimizin de üzerine) bir şeyler düşünmeye, kendimizi bir anlamda didiklemeye sevk eder. En azından benim okuma biçimim daha çok bu şekilde, diyeyim. Yazarken de en çok bana yakın olmadığını düşündüğüm bir karakterin hikâyesi ilerlerken benzer bir içgörüye kapıldığımı düşündüğüm anlarda heyecanlanırım. Bütünlüklü bir içgörü değildir bu kesinlikle, hatta görü olduğunu söylemek bile zordur, gelgelelim önceki görülerin yetersizliğini hissettiğim bir andır bu. Yolunu yordamını, nasılını, biçimini bilmesem de ilerleyebileceğim yeni bir hat belirir sanki ya da yeni bir hat ihtimali.
Sanırım edebiyattaki didikleme/didiklenme biçiminin temel farkı gündelik hayattakinin aksine mutlak yargılara götürmemesi, beri yandan daha önce inilmemiş derinliklere işaret etmesi, bu gibi derinliklerin varlığının farkına varmamızı sağlaması. Gündelik hayatta birinin didiklendiğine tanık olduğumuzda –bunu yapan biz de olabiliriz ve daha yaparken bir şeylerin ters gittiğini az çok biliriz– canımızı sıkanların başında gelen şey bir tür eksiklik duygusudur, söylenenlerin (ya da söylediklerimizin) kısmi olduğunu biliriz, ama yineleriz, susamayız. Edebiyatta hissettiğimizse aksine çok zaman bütünlük duygusudur; kendimizi de dahil ederiz anlatılanlara. Gündelik hayatta birilerini didiklemek ya da birilerinin didiklendiğini görmek, bizi öncelikle o kişiyle farklılıklarımızı görmeye, ifade etmeye sevk eder; edebiyattaysa ortalıklarımızdır söz konusu olan. Son olarak şunun da altını mutlaka çizmeliyim: Bütünlük ya da ortaklık duygusunun asude, insana kendisini iyi hissettiren bir duygu olduğu zannedilmesin, tam tersine alabildiğine rahatsız edicidir. Güllük gülistanlık bir dünyadan hikâyeler okumuyoruzdur. İnsanın kendisini dürtmekten, deşmekten, ısırılmaktan, tenine bir şeyler batırılmasından aldığı bir haz da var – huysuzluğun, huzursuzluğun, huzurun kaçmasının hazzı. Bunun, daha büyük huzursuzluklardan kaçış olduğu tezine karşı çıkmam da mümkün değil elbette!
Edebiyat üzerine yazılarınız bazen bir sarmal bazen de bir labirent gibi. Bir kitabı okurken ya da okuduktan sonra nasıl yazacağınızı neyi anlatıp neyi anlatmayacağınızı nasıl kuruyorsunuz?
Ne yazacağım ve nasıl yazacağıma baştan karar veremiyorum – çok spesifik bir başlık bana önceden verilmemişse, diyelim bir panel ya da dosya konusu olarak. Bu gibi durumlarda bile okurken bu başlığa yanıt olabileceğini düşündüğüm noktaları işaretliyorum, peşinden bu noktaları birleştirmeye çalışıyorum, ya da bunları birleştirecek, birlikte anacak, gruplandıracak sorunsallar, yaklaşımlar, biçimler olup olmadığına kafa yoruyorum. İşaretlediklerimin hangi ortak soruların yanıtı olabileceklerini tespit etmeye çabalıyorum ya da bunların çoğalttığı, derinleştirdiği soruların neler olabileceğini. Keza bu işaretlerin birbirleriyle ilişkileri, başlıkla ilişkileri, başka edebi metinlerle, yazıldıkları dönemle vs ilişkileri, hayatımızda karşılık geldiği meselelerle ilişkileri… Bunların üzerine düşünürken farkına vardıklarımla yazının kurgusu az çok beliriyor; ama esas olarak yazarken düşünüyorum, yazının kurgusu yazdıkça belirginlik kazanıyor.
Bir başlık olmaksızın bir ya da birkaç kitap üzerine bir şeyler yazacağım zaman da benzer bir yol izliyorum. Bu kez metinleri okurken dikkatimi çeken, yanına işaret koyduğum, mimlediğim cümleler, bağlamlar, bağlantılar vs üzerine benzer bir çalışma yapıyorum. Bu işaretlemelerin bir yanının (belki de büyük ölçüde) öznel olduğunun da farkındayım. Bu nedenle hakkında yazı yazdığım bir kitapla ilgili başkalarının neler yazdığını kendi yazımı kurduktan, hatta yazıp bitirdikten sonra okuma eğilimindeyim. Hangi meselelerde ortaklaşıp ayrıldığımızı bulmayı, görmeyi önemsiyorum, ama çoğunlukla yazdığım yazıya müdahale etmiyorum, bu bilgi bana kalıyor. Tabii ki, fark ettiğim bakış açısı farklılıkları, dikkatimi çekmemiş noktalara dair söylenenler, yapılan çözümlemeler vs benim daha sonra yazacağım yazılardaki işaretlerime önayak oluyorlar. Bir makale yazmaya çalışıyorsam, yazmaya başlamadan o konuda daha önce yazılmış metinlerin peşine düşüyorum elbette, ama o zaman bile önce ele alacağım metinleri kendi başıma okuyup kafamda bir şeylerin belirmesini yeğliyorum.
Geçtiğimiz hafta kendi aramızda sohbetini ettiğimiz konuyu size de sormak istedik, edebiyat neden asık suratlı olmak zorunda?
Edebiyat asık suratlı olmak zorunda değil, her zaman asık suratlı da değil. Sorularınıza K24’teki bir yazımla başlamıştınız, bu kez de ben müsaadenizle bir yazıma atıfta bulunayım. Selahattin Demirtaş’ın son kitabı Efsun’la ilgili yazımda bu romanın “mütebessim” olduğunun altını çizmeye çalıştım. Yazıda “mütebessim roman” sözünü Refik Halid Karay’ın bir yazısından ödünç aldığımı belirtmiştim. “Türk kütüphanesi kupkuru deyemesek de san’at tebessümünden tamamiyle mahrum kalmış, somurtkan ve ukalâ bir surat takınmıştır! Bu, büyük bir eksikliktir, hatta zarar verici bir kusurdur!” şeklinde bir saptaması var Refik Halid’in. Dolayısıyla sorunuz haksız, yersiz bir soru değil, aksine önemli bir eksikliğe temas ettiği konusunda Refik Halid’le hemfikirim.
Belki de eksikliğini duyduğumuz kendisini hemen ele vermeyen, satır aralarında kalmaya hevesli tarzdaki ironidir. Bu ironik tarzın tebessüm kaynağı olmanın yanı sıra yeni ifade imkânları için edebiyata çok şey kattığını düşünürüm. Şu dikkatimi çekiyor; popülerlik kaygısı arttıkça okuru kahkahalara boğacak metinler daha çok yazılır oldu, yahut absürtlüğü uç noktalara taşıyan metinler. Şu iki tarz daha yaygın sanki: Bu dertli ülkenin sorunlarını, kaygılarını, korkularını ele alan, sizin deyişinizle “asık suratlı” edebi metinler ve sarkastiklikten, absürtlükten güç alan, sosyal medyada yaygın rastladığımız ifadeyle “püskürterek güldüren” edebi metinler. Bu iki tarzın dışında, (kesinlikle “güldürürken düşündüren” demiyorum) başka usul ve üslupta yazılmış metinler de var, ama galiba memleketin genel ortamı gibi, edebiyat da sertliklerden, köşelerden, uçlaştırmalardan kendisini yalıtamıyor, bunun sonucunda ironisi derinlerinde saklı metinler kolay kolay öne çıkamıyor.
En son ne izlediniz, ne dinleniz, ne okudunuz?
After Life’ın yeni sezonunun ardından Rick Gervais’in eski işlerini seyretmek istedim. The Office çok sarmadı, bir-iki bölümden sonra bıraktım, ama Derek’i çok severek izledim. Gervais’in After Life ve Derek’teki yaklaşımının bir yanı çok karanlık, arkadaşı olsam, onun için kaygılanabilirdim, ama aynı zamanda mütebessim de. Kurduğu denge çok hassas ve bu bana çok cazip geliyor.
Ortaokul-lise yıllarından bu yana farklı müzik türlerinin peşinden gitmeye çalışırım. Yeni gruplar, tarzlar keşfetmeyi severim. Bundan otuz-kırk yıl önce hiç kolay değildi, uzun yıllar boyunca da ciddi çaba isteyen bir uğraştı bu; şimdilerdeyse dijital platformlarda neredeyse dünyanın bütün müzikleri elimizin altında. Bu imkân zenginliği içinde serendipliğin tadı kaçtı. Rastlantıların sürüklemesine bıraktım kendimi –rastlantı dediğim şeyin günümüzde algoritmaya karşılık geldiğini de unutmamak lazım. Beri yandan bu yeni teknolojinin sağladığı imkânın hakkını da vermek lazım. Bir arkadaşım geçen sene bana bir şarkı önermişti. Tesfa-maryam Kidane’nin “Heywete” şarkısı; “Ethiopian Blues and Ballads” başlıklı bir derleme albümden çok hoş bir şarkı. Geçtiğimiz günlerde Etiyopya doğumlu Maaza Mengiste’nin Etiyopya’da geçen iki romanını okurken bu albümün de içinde yer aldığı serideki albümleri sıkça dinledim.
En son ne okuduğum sorusuna da yanıt vermiş oldum sanırım. Gölge Kral’daki roman kişilerinden birinin “Heywete”yi çalan müzisyenle adaş olması da hoş bir rastlantıydı (bu kez algoritma değil!).
Burcu Arman: Geçen Necip Tosun, dost yazarlar birbirini okur mu? diye sorarak şunu paylaştı, “Ernest Hemingway 1920’lerde entelektüel Paris’in lideri olarak gördüğü Joyce’a tapıyordu; öte yandan Hemingway’in kendi Ulysses kopyası John F. Kennedy Kütüphanesinde, ilk ve son sayfaları hariç, kitap açacağı değmemiş şekilde duruyor.”
Şimdi Hemingway ve Joyce’un yaşadığı dönemin okuma listeleriyle bizimkini karşılaştırabilirim. Zaman, heyhat! diyebilirim. Ama diğer taraftan “dost” hafif bir kelime değil. Biz evvel ezel seninle birbirimizin yazılarını (birbirimize yolladıklarımızı) okuruz. Parantez içi önemli bu arada çünkü sürekli yazan insanlar olarak her yere yazdığımız yazıları okumayabiliyoruz. Peki başkaları? O zaman pandoranın kutusunu açıyorum ve soruyu şöyle soruyorum, bu dönemin camiasında dost olmak mı dost gibi görünmek mi önemli sence?
Adalet Çavdar: Daha dün akşam doğum günü partisinde dostlarıyla olan bir insan için gerçekten konuya böyle başlamanı alkışlayarak karşılıyorum. :) Ne diyeyim ablama! Bizim için elbette her şeyden önce gerçekten dost olmak önemli. Senin açtığın paranteze bir el atayım, yakın arkadaşlarımın kurgu dışı yazılarını, YouTube yayınlarını seyretmekte gerçekten zorlanıyorum, “ya konuştuk biz bunu” falan deyip kapattığım oluyor. Saçma biliyorum. Kurgu metinleriniyse zevkle okuyorum, çünkü ona dair bildiğim hikâyeleri acaba bir yerlerde bulabilecek miyim diye merak ediyorum. Parantezi kapattım.
Bizim ortama camia, cemiyet ya da cemaat denir mi bilmiyorum böyle çeşitli yuvarlak kalabalıklar olarak iç içe geçmiş vaziyette, dönüp duruyoruz. Kimi ortak kümeler yok değil ama dostmuş gibi görünenin çok olduğunu da biliyoruz. Şu bülten örneğin, biliyoruz ki kimileri tarafından gizlice takip ediliyoruz. Bu biz aman aman bir iş yaptığımız için değil, onların art niyetli ya da niyetsiz merakları yüzünden. E yıllardır okuduklarımız hakkında yazıyoruz, elbette yazdığımız yazıları beğenmeyen yazarlar da oldu. Ben mesela üç sene önce ekonomik sıkıntı nedeniyle kitaplarımı satmak zorunda kaldım, bir yazarın imzalı kitabı da gitmiş, “Aaa kitabımı sattı” diye olay olacaktım ki, şükür kitapları satın alan sahaf arkadaşım olayı açıklığa kavuşturdu.
Şu gerçek ki 10 küsur yıldır şu sektörde gerçekten güvenip, dost olduğum insan sayısı bir elin parmağını geçmez. Acısa da öldürmez! :)
Bir de bu elverme durumu var? İyi bir şey mi kötü bir şey mi tartışma konusu bizim aramızda bile… Al bakalım topu attım:)
Burcu: Yağdır mevlam su! Valla akşamdan kalmacılığa değildi bu soru. Hafta içi not düşmüşüm kendime oradan geldi. Ama biz de halden anlıyoruz bence. Yani “bak bak yazım yayımlandı/çıktı okudun mu,” durumu yok kendi aramızda. Ya da okumayana gönül koymak... Çünkü içimiz olmuş kitap dışımız olmuş yazı, içerik... Daha kötüsü bunu anlamayanlardan geliyor. Misal sana da olduğunu biliyorum. Hiç tanımadığın birinden bir dosya geliyor ve tacizler başlıyor... “Anam babam önümdeki kazan dolsun, diye okumam ve yazmam gereken onlarca yazı var, eminim seninki de çok iyidir ama...” diyemiyoruz ya bazen. İnsanların böyle para kazandığımızı (hadi kazanmaya çalıştığımızı diyelim) anlamasını nafile bekliyoruz.
İmzalı kitap olayına dönüyorum. Yaani evet, Nadir’e düşmüş bir kitap insanın canını sıkar ama üstelik geçen twitter’da gördüğüm Caner Almaz’ın başına gelen gibi “imzalı kitap” olarak düştüyse güler geçersin tabii bir yandan ama diğer taraftan da merak edersin :D
(Elverme durumuna geleceğim de şu imza olayına takıldım.) Bunu ben de yapıyorum yeni kitap çıktığında; yayınevilerinin protokol listelerine imzaladığın kitaplar var ya... O imza sence artırıyor mu ona olan ilgini? Şimdi önce bir gurur okşanması oluyor tabii (bir, falanca yayınevinin listesindesin, iki yazarın senden bir beklentisi var demek ki kalemin tutuyor vs. vs.) ama sonra? Siz siz olun o imza sayfasını yırtıp öyle verin kitabı tabii...
Uzattım ama elvermek meselesi daha detaylı, imzadan devam et istersen ekleyeceklerim var zira :)
Adalet: Ay valla içim daralıyor. Ben kendi yazdığım yazıları bile unutuyorum. Sosyal medyada neden paylaşmıyorsun diyorlar, aklıma gelmiyor. Birisi bana şunu okur musun dediğinde eğer çok yakınım biri değilse gerçekten çok canım sıkılıyor, “Hayır okuyamam, sırf canım çektiğim için kitap okuyacak zamanım bile yokken, bana ne!” diye bağırasım geliyor. Bir de hatırlar mısın, kitabını okumamı isteyen ve ücret talep ettiğim “diplomat”ın bana gecenin bir vakti attığı hadsizce e-postayı! Ya da okuyup ya bu olmamış dediğimiz zaman düşman edindiğimiz insanları… Beğenmek zorunda değiliz ki, “Siz de beni beğenmeyin anlaşalım,” diyesim geliyor. Merhaba, bir okuyarak ve yazarak para kazanmaya çalışan insanlarız.
Ben o imzalı gönderilen kitaplara gerçekten inanmıyorum, üstelik insanın üstüne yük oluyor. Şimdi bunu okumam ve bir şey mi söylemem ya da yazmam lazım ya da sosyal medya hesaplarımda paylaşmalı mıyım? Kimisi nezaketten kimisi de bir şey talep ettiği için gönderiyor. Ben bugüne kadar sırf çok sevdiğim için hiçbir yazara kitabını imzalatmadım! Yani gidip kimseye kitabınızı imzalar mısınız demedim, ahaha senden başka! Kitap yazar yazdıktan sonra okurundur, yani benim için öyle, üzerinde imza olması benim için pek bir şey ifade etmiyor. Özür dilerim.
Bir yazar olarak sen imzalarken ne hissediyorsun, okurların benim kadar eşek değildir diye düşünüyorum.
Burcu: Ahahah estağfurullah bebeğim ya. Bilmiyorum o kısım herhalde yazarı yüceltmek, “Bende imzalı kitabı var,” derken böbürlenmek içindir, ki kim olduğuna göre değişmekle birlikte güzel bir şey olabilir. Pardon ama Patti Smith'in imzalı kitabı var bende hahaha. Ha bakan için bir anlamı var mı, şüphe götürür. Baktım Patti Smith imzalamış, evet, ne güzel… Sahip olmak güzel gerisi boş bazılarını. Ama ben imza için değil zaten benim için özelse o isimler göz göze gelebildiğim iki değerli saniye için heyecanlanırım (ben hâlâ Patti Smith’ten bahsediyorum yanlış anlaşılmasın) Severim o etkileşimi o iletişimi o yüzden vardır imzalı kitaplarım. Kendi imzaladıklarım için de aynı şey geçerli.
Ama yalan yok hiç tanımadığım bir yazarın kitabı imzalı geldi, diye ben de bir şey hissetmiyorum -ne güzel dedin onu- yükten başka. Ki postayla gelenlerin amacı da o zaten hahaha demek amaçlarına ulaşıyorlar diyebilir miyiz buradan?
Aman neyse dur elvermeye geri dönüyorum. Aslında elvermek konusu cidden “birbirimizi okuyor muyuz” ile de egoyla da bağlantılı. Hatta o bahsi geçen “gizli” takipçi mantığıyla da... Çok nadir görüyoruz değil mi bizim camiada usta-çırak ilişkisi ya da birinin elverdiğini vs.? Eğer bir çıkar ya da profesyonel anlamda para ilişkisi yoksa arada... Ama bu sadece edebiyatta yok bence. Nedense bizde uzaktan izlemek, çok sık karşılaşılan bir eylem. “Dur bakalım devam edecek m?” “dur bakalım düşecek mi?” bilmiyorum belki bunun kazaları izlemeyi seven insanlar olmamızla ilişkisi vardır, diyerek sulandırıyorum mevzuyu.
Adalet: Belki de yazar olmadığım için o duyguyu bilmiyorum, benim kitaplarla ilişkim yazarlarla olan ilişkimden çok daha farklı sanırım. Hani sorarlar ya tanışıp da pişman olduğun yazar oldu mu diye, çok oldu. İmzalı kitapla böbürlenemeyeceğim valla ya, snob’luk falan değil, öyle algılanmasın gerçekten.
Şunca yıldır bu sektörde çırağı olacak bir usta bulamadım –ki çıraklık teklif ettiğim de oldu, olmadı değil. Şansım evde bir ustamın olmasıydı –ablam Ayşe Çavdar– hâlâ yazdığım her yazıyı zamanı varsa önce ona okutuyorum. Elverme, ustalık çıraklık ve yazarın egosu meseleleri birbiriyle bağlantılı. Kimse kimseyi kandırmasın eğer gerçekten herkesin ağzını açık bırakacak bir şey yazmadıysanız bugün bu kadar yerli yazar varken aradan sıyrılıp görünmek istiyorsanız birilerinden el almalı, zamanı gelince de birilerine mutlaka elvermelisiniz. Yine aşırı ciddi oldum ben ya, alalım beni buradan.
Burcu: Sen şimdi Ayşe Çavdar dedin ben bir üstümü başımı düzelttim hahah... Elveren var mı kimden el alsın şuncacıklar ya... İsim vermeyeceğim ama en azından bizim bildiğimiz çok az –ki elvermek dediğimiz şey bir anlamda “cemiyet”e tanıştırmak gibi, yani sonuçta gizli saklı bir iş değil.
Bu arada gerçekten hayranı olduğu yazarla tanışıp mutlu olan da azdır sanırım ya. Ay hadi valla içim şişti kapanışı sen yap bu sefer. Ne olacak bu okuyamadığımız, yetişemediğimiz kitaplar?
Adalet: Tek bir cevabım var, vicdan azabımız. Yani yenilere mi yetişelim, eskileri mi bitirelim, çok sevdiğimiz ve özlediğimiz kitapları şöyle göz ucuyla bir daha mı okuyalım ne yapalım bilmiyorum. Bu işin çipi de olmaz. Taktık, bitti. Tadı olmaz. Bir de kitapçıya girince ağzımızın suyu akıyor ya hâlâ ben o hallerimize çok gülüyorum. Hadi bu hafta bu kadar yeter. Haftaya yine bir yapamadığımız geyikle buluşuruz. :)
DUVARDAKİ BARDAK
29’uncu Dünya Kitap ödülleri sahiplerini buldu.
Storytel'in külliyatını yayımladığı Olga Tokarczuk kitaplarına yenisi ekleniyor. Son Hikayeler "yakında" listesine girmiş. Üstelik Derya Alabora'nın sesiyle...
Kitaplık önünde kolları bağlanmış yazar fotoğraflı ya da sadece düz rengin üzerine kitap kapaklı sosyal medya postlarından sıkılmadık mı? Can Yayınları şöyle bir içerik çıkınca sevindik! Vallahi bize yazık, nelere sevinir olduk.


DUMANI ÜSTÜNDE
Sapiens - Grafik Tarih II - Yuval Noah Harari, bu memlekette Harari'nin bu kadar hayranı olmasına yıllardır şaşırıyorum ama şu güzelim rengârenk kitap yayınlandı, haberini vermeden de geçmeye gönlüm razı olmadı.
Celil Sadık ve ilk üçüyle aklımızı alan Uygarlığın Ayak İzleri serisinin dördüncü kitabı Batı Resim Sanatında Mitoloji gelmiş!
Ve İstanbul'un bitmeyen soğuk havalarından Afrika sıcaklarına geçiyoruz sevgili okur, Dişi Aslanın İtirafı Mia Couto’nun büyülü gerçekçilik akımının önemli eserlerinden biri olarak kabul edilen hikâyesi ve elbette aslanlar kadar kadınların savaşı...
Hep Kitap'ın sevdiğimiz Kısa Öykü serisinin sonuncusu ve sanırım en çok merak ettiğimiz Romanın Kısa Öyküsü Henry Russel imzasıyla yayımlandı.
Desen Yayınları Instagram hesabından yeni bir Shaun Tan kitabı geldiğinin müjdesini verdi.
Belki de Dünyanın Sonundayım - Yavuz Ekinci twitter hesabından yeni romanını ve yayınevi değişikliğini duyurdu.
KONU KOMŞU
Mesut Varlık'ın hazırlayıp sunduğu “Editörün Defteri”nde bu hafta, geçtiğimiz hafta kaybettiğimiz Mıgırdiç Margosyan’ı, müzisyen ve yazar dostu Pakrat Estukyan ile hem Ermenice hem Türkçe edebiyattaki önemini, yerini, değişmesine öncülük ettiklerini konuştular.
Funda Şenol Cantek, Babıali Yokuşu’nda kadın olmak: Türkan Türker yazısıyla gözümüzün önünde neler neler canlanıyor... Yok mu bu kitabı yeniden yayınlayacak bir yayıncı?
“Gözlerimizi 1947 yılına çevirsek, ‘Bizim Yokuşda’ çalışan tek tük kadına rastlarız. Neriman Hikmet ‘halen Babıali’dedir’ şimdi avukatlık yapan Buran Saru, şimdi bir ajans sahibi olan Zeria Karadeniz gibi. Buran Saru o zamanlar haftalık İngilizce bir dergi çıkarıyordu ve Cumhuriyet gazetesinin sahiplerinden Doğan Nadi ile sözlü gibiydi. Bir tarafdan da Associated Press’de çalışıyor ve onların namına seyahatlar yapıyordu. Zeria Karadeniz ise Cihad Baban’ın çıkardığı Tasvir’de fıkra yazarıydı. Bilfiil muhabirlik yapmıyordu.”
Aramızdaki Fikret'ten hevesle aramıza Sonat Yurtçu'yu aldık. :)
Sanırım okumak kelimesi aklıma Sırma Köksal’ın Okumanın Halleri kitabını getiriyor. “Karanlığa düştüğümüzde okuduğumuz bir şey elimizden tutup hiç mi kaldırmamıştır bizi?” diyor. Bir kitap sizi tümüyle değiştirmez; ama adım atmanıza sebep olabilir. Okurluğum, evdeki tek çocuk olduğum için, karıştırarak başladı.
Kitaplığımızdaki Ana Britannica ve Meydan Larousse ansiklopedilerini indirip rasgele sayfaları açardım. Bilim Çocuk ve Bilim Teknik dergilerini biriktiriyordum. Her pazar alınan üç gazeteyi babamdan sonra alıp karıştırırdım. Bunlar artık bir klişe gibi gözükse de böyle bir çocukluğun ileriki yıllarda faydasını gördüm. Her zaman merak ettim. Bazen sahaflara gidip gizli ne bulabilirim, diye rafları dolaşıyorum. Belki birinin gözünden kaçmıştır diyerek yeni bir şey keşfetmeyi umuyorum.
Ne okuyorsun?
Şu an Kemal Uluer’in YKY’ından yayımlanmış Başucumda Hayat, Mutlu Bir Ölümün Güncesi kitabını okuyorum. Kemal Uluer 27 Aralık 2001 yılında yaşamına son vermiş bir ressam.
Kitapta doksan bir günlük inzivasını ve sonraki bir buçuk yıllık sürecini okuyoruz; son ânına kadar tuttuğu günlükler. Çok güzel bir anlatımı var. Müzik olarak ortak bir zevke sahibiz, ikimiz de Trt3-Radyo3 seviyoruz. Kas erimesi hastalığından mustarip tekerlik sandalyesiyle yaşayan bir adam. Bir hedef koyuyor, on adet tabloyla sanat yaşamına son vermek istiyor. Tabii böyle bakınca aklıma Hür Yumer geliyor. Sanırım bir şekilde yollarımız kesişiyor bu insanlarla.
İlhami Bekir Tez’in YKY’ından yayımlanan Taşlıtarla’daki Ev, Herhangi Bir Roman kitabıdır isimli iki romanını tek kitapta birleştirmişler. Bir yandan ona devam ediyorum. Taşlıtarla (Gaziosmanpaşa) kelimesi de aklıma her zaman Muzaffer Buyrukçu’yu getiriyor. İlhami Bekir Tez’in Taşlıtarla diye bahsettiği semt, Suadiye’de.
Nisan ayının başlarında art arda Kerem Eksen’in, Buradayız ve Uyku Krallığı romanlarını okudum. Benim şansım olacak ki; YKY’ından üçüncü kitabı yayımlanıyormuş. Bir de yeni aldığım ve merak ettiğim Hanımlara Mahsus Hikâyeler kitabı var. Onetti’nin kitabını okudum, diğerlerini de okumak gerekiyor. Okunacak çok kitap var.
Ne zaman okuyorsun?
Nasıl hissettiğime göre değişiyor. Bazen uyanınca hemen bir Türk Kahvesi yapıp kitabın başına oturuyorum. Küçüklüğümden kalan bir bilgi sanırım: Sabahları kafa boş olur, daha iyi öğrenirsin derlerdi. Çantamda her zaman iki-üç tane kitap taşıyorum. Belli olmaz hangisini okumak isteyeceğim. Geceleri okumanın da başka bir tadı var. El ayak çekilince bütün komşular uyuyunca okumak hoşuma gidiyor.
Nereden okuyorsun?
Kindle almak için geç kaldım. Artık bu fiyatlardan sonra da mümkün değil. Romantik olarak değil, ulaşmak açısından matbu seviyorum. Bazen hacimli kitaplar sırt ağrısına sebep oluyor. Sözlük ve kılavuz taşıyorum. Birkaç tane defter her zaman oluyor. Ama bazen tabletten okuduğum metinler de oluyor; fakat gözüm çok yoruluyor. İnternetten gazete arşivi karıştırmayı seviyorum. E-kitap ucuz da onu okuyabileceğimiz cihaz pahalı.
Tek bir kitap mı aynı anda birkaç kitap mı?
Her zaman birkaç kitap diyemem; ama tek kitapsa ve çok sevdiysem ona yoğunlaşıyorum. Bitmesin, diye uğraşmam, aksine bitirmek isterim. Bir şeyler yazarken özellikle birkaç kitabı da geçiyor okuduklarım. Tabii ki bir başından bir ortasından kaynak olarak kullandıklarım oluyor. Kimi vakit bir kitap keşfediyorum, istiyorum ki elimdeki her şeyi bırakıp onu okuyayım. Tek kitapla hayat geçmiyor. Sehpanın, çalışma masasının üzerinde kuleler oluşmaya başladı. Yer sıkıntısı büyük problem. Bu birkaç kitabı nereye sığdıracağız, bilemiyorum.
Okurken ne dinliyorsun?
Eskiden radyo-3 açık olurdu. Sonra accuradio isimli bir site buldum ve klasik müziklerin rasgele çaldığı bir listeyi dinlemeye başladım. Ama bütün bunlar beni tatmin etmiyorsa ve dikkatimi dağıtıyorsa keşfettiğim çok güzel bir Zen albümü var. Altı senedir onu dinliyorum. Kulaklığımı taktıktan sonra kitabın başından kalkmadan rahatça okuyabiliyorum. Sözlü herhangi bir şey dinlemem söz konusu değil. Her şey birbirine karışıyor melodiyle birlikte. Kalabalığın uğultusunu seviyorum. Uğultuyla okumak odaklanmamı sağlıyor.
BONUS OKUMALIK
Bu hafta okumalık değil izlemelik bırakıyoruz. Mıgırdiç Margosyan’dan Gavur Mahallesi Belgeseli...
İletişim
Hazırlayanlar: Adalet Çavdar - Burcu Arman
İletişim: okurbulteni@gmail.com
Geyik yapmamızı istediğiniz konuları ya da gıybetini yapmamızı istediğiniz kitapları bize yazabilirsiniz.