Okur Bülteni - 47
Bu hafta konuklarımız Yalçın Armağan ve Mehmet Deniz Öcal. İzleyici İzlenimi’nde Simge, Medea’ya Göre Ahlak oyununu yazdı. Hasan Hayyam Meriç ise Lıkıdılar’ın ikinci bölümünü yazdı.
Merhabalar,
İlginç ama hayattayız. Biraz neşemizi kaybetmiş olabiliriz, amaan zaten en son ne zaman üç saat boyunca kesintisiz bir neşeye sahip olduk ki. Neyse işte o “bugün dünün aynısı” karikatürü misali devam ediyoruz hayatımıza.
Bu hafta konuklarımız Yalçın Armağan ve Mehmet Deniz Öcal. Yeni çıkan kitapların arka kapaklarına bakarak biraz eğlendik, e n’apalım. İzleyici İzlenimi’nde Simge, Medea’ya Göre Ahlak oyununu yazdı. Hasan Hayyam Meriç ise Lıkıdılar’ın ikinci bölümünü yazdı, adam kısa yazamıyor, uyardık merak etmeyin.
Son olarak diyeceğimiz şudur herşeye rağmen, vardık varız varolacağız!
Not: Yalçın Armağan ve Mehmet Deniz Öcal’ın cevapları 6 Şubat Depremi’nden önce alınmıştır.
1 KONUK 5 SORU: Yalçın Armağan
Kanon deyince aklımıza Yalçın Armağan dışında bir şey gelmemesi nedenini astrologlar bize açıklasın, çünkü herşeyi onlar açıklıyorlar artık. Canımız ciğerimiz hocamız Yalçın Armağan konuğumuz. Yalnız hocam masa da masaymış ha!
Kalabalık bir edebiyat sofrası kuruyoruz, yaşayan ya da aramızdan ayrılan yazarlardan beşini çağırmak da sizin hakkınız. Kimleri çağırırdınız, neden?
Listeleri çok seviyorum ama listelemek hakikaten zor iş. Her zaman oyunun kuralını baştan belirlemek gerekiyor ve her zaman dışarıda kalanlara üzülmek kaçınılmaz oluyor. “5” kişi gibi hayli sınırlı sofra kurmak, benim gibi kalabalık sofraları seven biri için gerçekten zor. Yine de deneyeyim.
Önce oyunun kurallarını koyalım. “Yaşayan” ve “aramızdan ayrılan” yazar ayrımını kaldırarak başlayalım. Bu liste için sofranın tamamını hayatta olmayanlardan seçeceğim. Yaşayanlarla nasılsa bir araya gelebiliriz. Oyunun ikinci kuralı ise, sofrayı edebiyat beğenime göre değil, konuşmak istediğim konulara ve yazarların kişilik özelliklerine göre belirlemek olsun. Ancak elbette edebi beğenimin iğvasından bütünüyle kurtulmam da mümkün değil. O nedenle bu kuralı daha konduğu anda esneteceğim. Dedim ya, listelemek zor.
Soframın başköşesine Nâzım Hikmet’i oturtuyorum. Edebiyatla ilgili yapacağım pek çok listede zaten hep Nâzım Hikmet olacaktır. Bana kalırsa, yirminci yüzyıl edebiyatının en önemli ismi odur. Bu sefer sofrada oturacağımıza göre sadece onun edebi kimliğini değil, kişilik özelliklerini de hesaba katıyorum. Anılardan öğrendiğimize göre Nâzım Hikmet, hayli coşkulu konuşan ve heyecanlı biri. Sohbette sanırım diyalogdan daha çok monoloğu seviyor. O yüzden sofranın en gür ve en çok konuşanı olabilir. Ziyanı yok. Sofradaki kimsenin buna itiraz edeceğini sanmam.
Nâzım Hikmet’in hemen soluna Vüsat O. Bener’i oturtuyorum. Sofranın şen şakrak olmasına önemli bir katkı olacak bu. Bener’in ince zekâ ürünü ironisi her zaman neşelendirmiştir beni. Tanıyanlar ağırbaşlılığının ardında müthiş bir muziplik olduğunu söylüyor. Zaten metinlerinde de bu seziliyor. Kuvvetle muhtemel sofrada en çok konuştuğum ve birlikte eğlendiğim de Bener olacak.
Nâzım Hikmet’in sağına, Vüsat Bener’in karşısına Erdal Öz’ü oturtuyorum. (İtiraf: Aslında Memet Fuat geçiyor aklımdan ama onun pek konuşkan olmayacağını düşündüğüm için vazgeçiyorum.) Erdal Öz’ü tercih nedenim hem sohbet insanı olduğunu bilmem hem de yayıncı kimliği. Yayıncılık tarihinin en önemli isimlerinden birinin masada olması sohbetin yönünü kaçınılmaz olarak başka yazarlara da açacak, pek çok yazar da masanın parçası olacak.
Soldaki ikinci sandalyeye ben oturuyorum, etkisiz eleman olarak, diğer başköşeye kimi alacağım belli olduğu için karşımdaki sandalyeye oturan aslında belirleyeceğim son kişi olacak. Bu yüzden bir sürü kişiyi aklımdan geçirdiğimi itiraf edeyim. Önce en yoğun çalıştığım İlhan Berk ve Melih Cevdet Anday. İlhan Berk sofradan çabuk sıkılacağı, Anday sert bir çıkış yapabileceği için onlar sofrada değil. Sonra İkinci Yeni şairlerini gözden geçiriyorum. Turgut Uyar’ı sıkılgan, Edip Cansever’i ise huzursuz olduğu için, Cemal Süreya’yı herkesten çok konuşacağı için davet etmiyorum (aklım Cemal Süreya’da kalıyor). Ece Ayhan’ı ben çağırmıyorum, Sezai Karakoç çağırsam da zaten gelmiyor. Hızlı biçimde aklımdan bir sürü isim geçiyor. Yusuf Atılgan, Sait Faik, Orhan Veli, Tezer Özlü… velhasıl karar veremedim. Sandalyeyi boş bırakıyorum, o akşam uygun olan gelip otursun.
Ve son olarak diğer başköşeye Tomris Uyar’ı alıyorum. İşin doğrusu, Tomris Uyar öykücülüğüne çok düşkün değilim. Ama “huysuz ve tatlı” yanını, günlüklerindeki tavrını çok seviyorum. İnce bir üsluba ve sözünü doğrudan söyleyebilme becerisine sahip. Belki bir dostlukta, hatta bizim soframızda bu özellik ortamı biraz gergin hale getirebilir. Ama bana kalırsa sohbeti keyifli bir sofrada böyle bir doğrudanlık, hatta dobralık saygıyla karşılanır.
Ne çok kişiyi dışarıda bıraktım! Üstelik bir de Türkiye dışından çağırabileceklerim vardı. Mesela müthiş ironisiyle John Fowles, mesela Cortazar, mesela şen şakraklığıyla Marquez… Bir dahaki sefere inşallah.
Melih Cevdet Anday’ın İsa’sının günlüğünü yazmak için dizelerini kesip biçtiği, harflerinin yerini değiştirdiği şiirler, sizce hangi şairlere aitti?
Hayli zor bir şifre koymuş Anday, çok fazla olasılık var. Şifre severleri göreve çağırıyor ya da çözdüyseniz sizi halkımızı aydınlatmaya davet ediyorum. Şifre severler için de şu alıntıyı bırakayım:
“Fakat bir soru, dikkatimi toplamama yardım etti: ‘Buurnacc apoolchy ayankiriç?’ Bu ne demekti? Çok geçmeden anladım, benim kesik harflerden bağladığım sözcükleri bir araya getirmişlerdi; ama bir soru tümcesi biçiminde. Gerçi o sözcüklerden ben de birtakım tümceler kurmuştum, ama içlerinde bu yoktu. Başlı başına bir soru olarak yöneltilen bu tümceye ben de şu biçimde karşılık verdim: ‘Tumma karttgiyşe makadam.’”
Bilge Karasu ve Ahmet Hamdi Tanpınar bir masada oturuyorlar, muhtemelen çay içiliyor; siz konuşmaya arkadaki masadan şahit oluyorsunuz. Masada bazı kitaplar yeriliyor, bazıları da övülüyor. Konuşulan kitaplar ve yazarlar hangileri?
Tamamen hayali bir karşılaşma mı yoksa tarihsel mi? Eğer tarihselse 1950 ila 1962 arasında bir anda olmalı. Tanpınar Ankara’da pek bulunmadığına göre Bilge Karasu İstanbul’a gelmiş ve Beyoğlu’nda bir masada buluşmuş olmalılar. İkisinin de eğilimine bakınca, öncelikle Fransızca kitaplar üzerine konuşuyor olmaları gerekir. Muhtemelen Sartre-Camus fırtınasına ve ardından Yeni Roman’a dair ulaşabildikleri kitaplara dair sohbet ederler.
1956’da Bilge Karasu, Faulkner çevirisini yayımladığı için mutlaka söz Faulkner’a gelir. Oradan da James Joyce’a sıçrarlar. Tanpınar’ın kitaplığında Paris’te Ferit Edgü’den ödünç aldığı Ulysses olduğunu biliyoruz.
Türkçe kitaplara dair ne konuşurlardı? Tanpınar’ın 1950’lerdeki edebiyat ortamını ne kadar takip ettiğini, İkinci Yeni ya da 50 Kuşağı öykücülerine dair ne düşündüğünü pek bilmiyoruz. 1950’lerin modernist edebiyatının Tanpınar’da pek heyecan yaratmadığı tahmin edilebilir. Bilge Karasu ise bu modernist edebiyatın öncülerinden biri. Bu yüzden Türkçe kitaplara dair pek fazla konuşacaklarını sanmıyorum.
Bu karşılaşmayı tamamen hayali olarak kurgularsak ve tam da dün Beyoğlu’nda buluştuklarını hayal edersek, durum tamamen değişir elbette. Bilge Karasu’nun özellikle şiirdeki deneysel çabayı ilgiyle takip edeceğini ama Tanpınar’ın bu deneysel metinleri edebiyat dışı sayacağını tahmin ediyorum (en azından bu iki yazarın sevenlerine baktığım zaman bu olasılık hayli güçlü görünüyor bana). Buna rağmen roman konusunda ortaklaşacakları isimler olacaktır diye düşünüyorum. Mesela ikisi de Orhan Pamuk’u beğenecek ya da beğenmeseler de takdir edeceklerdir. Bilge Karasu’nun anlatma/yazma edimini bunca sorgulamasının izdüşümleri Pamuk’ta da var. Tanpınar’ın romanlarındaki ayrıntıyı anlatma iştahının benzeri Pamuk romanlarının temel belirleyeni. İkisinin de Ayhan Geçgin ve Sema Kaygusuz’u seveceğini ya da dediğim gibi en azından takdir edeceğini tahmin ediyorum.
Cevap vermeye devam edersem, Tanpınar ve Karasu’yu kendi adıma konuşturmaya başlayacağım. İyisi mi durayım!
Refik Halit, “İstanbul'un büyük caddelerinden yayan geçiş, çoğumuz için gittikçe bir azap şekline girmektedir. ... kısacası lokanta, pastahane, mezeci ve muhallebici cemekânlarından yaka silkeceğim, imrenmekten yutkunmaktan dert yanacağım,” şeklinde “Yutkunmaktan Yürünemiyen Şehir” olarak tanımlıyor İstanbul'u. Siz bugün, İstanbul’u nasıl tanımlarsınız?
Öncelikle kendi “kent deneyimi”mden söz etmem lazım. Benim şu ana kadar yaşadığım hiçbir şehirle derin bir duygusal bağım olmadı. Sırasıyla Kayseri, Ankara, İstanbul, Çorlu ve Londra’da yaşadım. Çorlu ve Londra, “geçici şehir”lerdi benim için. Kayseri çocukluğumun ve ergenliğimin şehri olarak zaten terk edilmeye yazgılıydı. Ankara’da bir ömür geçireceğimi sanıyordum ama on bir yıl sürdü konukluğum. Sonra da İstanbul’a geldim. Bu kalıcı olmayan hal nedeniyle şehirlerde kendimi “konuk” gibi hissediyorum. O yüzden insanların şehirlerle kurduğu derin bağları anlamakta ya da duygudaşlık kurmakta biraz zorlanıyorum. Konukluk hissinden dolayı mıdır bilmiyorum, şehirdeki değişim de bende köklü bir kayıp duygusuna yol açmıyor. Daha çok dönüşümü gözlemliyor ama “nerede o eski İstanbul” nostaljisine kapılamıyorum. Şehir gibi ben de hareket halindeyim. Ama on beş yıldır İstanbul’dayım ve artık kırk beş yaşındayım. Özellikle mekânların değişimi nedeniyle farklılaşmayı yoğun biçimde hissediyorum. Nostaljiye sapmadan ve “kayıp ağrısı” yaşamadan bu değişimi gözlemlemeye çalışıyorum.
Bu uzun girişten sonra, İstanbul’un son on beş yıldaki değişimine bakarsam en belirgin fark Taksim’in ve Kadıköy’ün değişimi oldu, benim açımdan. 2007’de İstanbul’a geldiğimde Taksim çok kalabalık ve çok güzeldi. Pek çok şeye ulaşılabilirdi. Yemek yerken piyano çalınan restoranlar da, ucuza bira içilen barlar da, çay tüketimin tavan yaptığı (ve dergi toplantılarının yapıldığı) kafeler de vardı. Artık bu çeşitlilik yok oldu gibi geliyor bana. Kebapçı ve şekerci/tatlıcı sayısında müthiş bir artış oldu. Turist sayısındaki artışın ve onların talebinin olağan sonucu sanırım bu. Turistik amaçlı otantiklik kisvesine büründürülmüş icatlar (Maraş dondurmacıları falan) daha çok göze çarpıyor. Kitapçılar, sinemalar, tiyatrolar da azaldı. Belli bir türde yemek ve şerbetli tatlı yeme, alışveriş yapma merkezine dönüşüyor Taksim.
Bu değişim nedeniyle Kadıköy’de dönüşüm geçirdi. Eskiden Kadıköy bir mahalle havası verirdi bana, Ankara’ya yakın hissederdim. Herkesin gittiği mekânları vardı ve oralarda birileriyle karşılaşıyordum. Bu hava bütünüyle dağılmadı bana kalırsa ama eskiye nazaran daha kalabalık ve daha kozmopolit artık Kadıköy. Pek kimselerle karşılaşmıyorum.
İstanbul’a ilk geldiğimde bana, “Yıllarca birileriyle karşılaşmadan aynı şehirde yaşarsın,” demişlerdi. İşin doğrusu, ilk yıllarda bana pek öyle gelmemişti. Ama şimdilerde kimseyle karşılaşmıyorum. Elbette bunda benim yaşımın ilerlemesinin de etkisi vardır. Artık daha az çıkıyorum dışarı. Benim açımdan “eski” İstanbul ile “yeni” İstanbul arasındaki en belirgin fark, insanlarla karşılaşma sıklığımın bir hayli azalması.
Refik Halit’in yazdıklarına dair bir şey söyleyemedim. İşin doğrusu, değişim karşısındaki yakınmacı dili sevmiyorum. Umarım yakınıyor gibi görünmemişimdir.
En son ne izlediniz, ne dinlediniz, ne okudunuz?
En kolay soru en sondaymış. İşin doğrusu, pek bir şey izlemedim. Son yıllarda sinemayla kurduğum ilişki neredeyse koptu. Pandemi sürecinin bunda hayli etkisi var. Kendimi sinemaya yeniden gitmeye henüz alıştıramadım. Evde film izlemeyi sevmiyorum. Yine de arada kaçamak yapıyorum. En son Berkun Oya’nın Cici’sini –geç kalarak– izledim. Anlatım açısından hayli ilginç bir film ama filmdeki süreğen travmatik halin karşılığını bulamadım. Filmden daha çok dizi izliyorum ve o konuda da müthiş bir zevk düşkünlüğü içindeyim, önüme ne konursa izliyorum. En son Şahmaran’ı izledim. Özellikle Tomris Uyar’ın Şahmaran’ı yeniden yazmasından dolayı farklı yorumları takip etmeye çalışıyorum. İlgiyle başladım ama ilgim çabuk söndü. Yine de sonuna kadar izledim.
Dinlediklerime gelince, şaşırtıcı biçimde, uzun bir aranın ardından son bir aydır pop dinlemeye başladım. Köfn ve Can Koç dinliyorum. Bir süre sonra geçer sanırım.
DUVARDAKİ BARDAK
Tülay Türkmen’in moderatörlüğünde İranlı sanatçı Mania Akbari’nin ağırlandığı Bedenin Ötesi söyleşisi 4 Haziran 2023 Pazar günü saat 13.45’te Kadıköy Sinematek’te.
Türkiye Yayıncılar Birliği’nin 25. Olağan Genel Kurulu, 25 Mayıs 2023 tarihinde Yapı Kredi Kültür ve Sanat Merkezi’nde üyelerin ve davetlilerin katılımıyla gerçekleştirildi. Genel Kurulda, Dernek üyeleri tarafından, 2023-2025 yılları arasında görev yapacak olan yeni yönetim kurulu belirlendi. 26. Dönemde görev yapmak üzere Kenan Kocatürk, Servet Düz, Mustafa Nemutlu, Nazlı Berivan Ak, Gülgün Çarkoğlu, Baha Sönmez ve Erkan Akpınar Yönetim Kurulu’na seçildiler.
Sarıyer Belediyesi tarafından düzenlenen Fakir Baykurt Öykü Ödülü’ne İthaki Yayınları’ndan çıkan ‘Annem, Kovboylar ve Sarhoş Atlar’ adlı öykü kitabı ile Polat Özlüoğlu değer görüldü.
2023 Uluslararası Booker Ödülü’nün kazananı Georgi Gospodinov imzalı “Zaman Sığınağı” oldu. Angela Rodel tarafından İngilizceye çevrilen kitap, International Booker Prize’a layık görülen ilk Bulgar eseri olarak kayıtlara geçti.
Mo Yan, yazar dostu Yu Hua’ya verilecek bir edebiyat ödülü sırasında yapacağı konuşmada ChatGPT’den faydalandığını paylaştı.Kadıköy’ün Köklü Kitapçılarından ‘İmge Sahaf’ Kapanıyor
İmge Sahaf kepenk indireceğini duyurdu. 30 yılı aşkın süredir okurlara hizmet veren Kadıköy kitapçısı, artan kira masraflarına yenik düştü.
DUMANI ÜSTÜNDE
Pulun Kanadında İstanbul’dan Dünyaya - Sevengül Sönmez - Aras Yayıncılık
Aras Yayıncılık’ın hem yayın dünyamıza hem de kişisel hayatımıza katkısı tartışılmaz. Her hazırladıkları kitap miras niteliğinde bu sefer hem de Sevengül Sönmez imzasıyla. “1942’de kurulan Kamer Pul Evi’nin ve onu var eden Arıkan ailesinin hikâyesini anlatıyor. İki kuşak Arıkanlar, baba Kamer ve oğul Arman’ın büyük bir tutkuyla ayakta tuttuğu bu sebatkâr kurumun yolculuğu kültür tarihimize özgün bir katkı sunuyor. Kitapta yer verilen fotoğraf, pul, ilk gün zarfı gibi görsel materyal ise Kamer Pul Evi’ni var edenlerin “Pul dünyaya açılan bir kapıdır” şiarının ne kadar isabetli olduğunu gösteriyor. Pulun Kanadında, bu yönleriyle, tıpkı pul gibi tarihte iz bırakıyor ve hatta bizzat kendisi değerli bir koleksiyon nesnesi halini alıyor.”
Panda Bambuşekeri - Zeynep Alpaslan - İthaki Çocuk
İçimizi her daim ısıtan Zeynep Alpaslan’ın yeni çocuk kitabı Panda Bambuşekeri yayımlandı. Neydi şu dünyanın bir yerinde pandalara sarılarak para kazanan insanlar vardı, kalkın gidek ya! “Elmakurdu Kasabası’nın iyi kalpli cadısı Panda Bambuşekeri, kitaplığında bulduğu Külkedisi masalını okuyunca aklına bir fikir gelir ve bütün bal kabaklarını birer prensese dönüştürmeye karar verir! Bakalım bu büyünün sonucunda Panda Bambuşekeri’ni, prensesleri ve kasaba halkını neler bekliyor?”
Travma ve Ruh - Donald Kalsched - Ayrıntı Yayınları - Çeviren: Ali Oğuz Bozkurt
İnsanın içinden yazarını çağırıp gel şurada bir sene yaşa da gör travmayı diyesi gelmiyor değil ama tabi demiyoruz. Yine arka kapak yazısında bize başka bir dünyanın kapısı açılmış, ey kapı neredeysen konum at geliyoruz. “Donald Kalsched bu kitabında psikanalitik yakınlıkta ortaya çıkan mistik ve ruhsal anları incelemeye alıyor. Klinik örnekler, terapi diyalogları ve rüyalar üzerinden terapinin ne kadar derinleşebileceğini gösteriyor. Travmadan sağ çıkanlar aracılığıyla, analiz edene de sıradan düzenin dışında, aydınlık ve karanlığın buluştuğu “başka bir dünya”nın kapıları aralanıyor. Kalsched bu mito-şiirsel dünyanın, Freud’un öne sürdüğü gibi yaşamın acı gerçekleriyle mücadelemizin ürünü olan bir savunma mekanizması değil, aksine insan deneyiminin süregelen gerçekliği olduğunu savunuyor: İyileşme sürecinin bizzat merkezinde yer alan ve başka zamanlarda da tuhaf bir şekilde ona direnen bir gizem.”
Dünyanın Öteki Yüzü - Meltem Dağcı - İthaki Yayınları
Şu dönemde uzun uzadıya bir şeye odaklanıp okumak çok mümkün değil ama öyküler kurtarıcımız olabilir. Bir ilk öykü kitabı öneriyoruz. Hadi devam özgürleşmeye Meltem Hanım. “Yetmiş yaşına geldiğinde ölüm şeklini seçme özgürlüğüne kavuşan kadınlar, doğum yapan erkekler, ayaklanan cansız mankenler, kimlik avcıları, gençleştiren yumurtalar, rüya görme merkezleri, hayal perileri… Hepsi, Meltem Dağcı’nın, alışılmışın dışında bir dünyanın hayalini kuran öykülerinde.”
Zamansız - Engin Akyürek - Doğan Kitap
Arka kapak yazısını okumalara doyamadığım aklıma deli sorular düşüren, öpüşürken gözlerimizi neden kapatırız? Engin Akyürek’in ikinci öykü kitabıymış belki iyidir bilemiyoruz, arka kapak yazısını okuduk, vay anasını demedik elbette. “Engin Akyürek’in ikinci öykü kitabı Zamansız, tam da kimsenin zamanının olmadığı zamanlara inat karşımızda. Zamansız olan ne varsa hissettiğimiz, bu kitapta ustaca anlatılmış ve okurların yüreğine girmeyi bekliyor; ilk aşkın heyecanı, önyargılara kurban edilmeyen dostluklar, ölümsüz aşkın en güzeli, patilerin ve tüylerin huzuru, en pürüzsüz karşılaşmalar, dost sohbetlerinin yumuşaklığı, teknolojinin bile aramıza giremediği zamansızlıklar ve daha niceleri…”
KONU KOMŞU
Mirgün Cabas’ın Gain’den ayrılışını üzüntüyle karşıladık. Eski gazetecilerden kim kaldı böyle beyfendi diye düşündük, kimse kalmamış. Lütfen bizi sizsiz bırakmayın, ekrana çok yakışıyorsunuz. Tık tık.
Şenay Aydemir, bu hafta gösterime giren "Küçük Deniz Kızı" ve "Suzume" filmleri hakkında yazdı. Tık tık.
Levent Cantek yazdı, Hayat, sıkıntıyla başlar. Tık tık.
Yenal Bilgici yazdı, En güzel yazma tavsiyesi: Herkes hiç değilse bir bardak su istemeli. Tık tık.
Burcu Aktaş yazdı, Çehov da, Nabokov da her şeyin farkında. Tık tık.
Samet Altıntaş yazdı, Tanpınar, Ne Zaman “Gelecek”?
Emek Erez yazdı, Yalanlar ve kederli alıntılar içinden bir yol: Kendimizi hatırlamak. Tık tık.
Fatih Özgüven yazdı, Erkekler nasıl yaşlanır? Tık tık.
ÇEVİRMENİN MASASI
Çevirmenin Masası’nda Mehmet Deniz Önal’ı ağırlıyoruz. Neymiş ne değilmiş bu iş bir de ondan okuyalım bakalım.
Ne zaman başladı bu macera ve hangi kitapla?
Bu maceranın sırasıyla bir gayriresmi, bir resmi başlangıcı var. İlki 2014 civarında, ben lise sondan üniversiteye geçerken. Bu dönemde Hacettepe İngilizce Mütercim Tercümanlık Bölümünü yeni kazanmıştım ve sabah akşam demeden çizgi roman okuyordum. Yapacak en mantıklı şey çizgi roman çevirmek gibi geldi, o dönemin gönüllü çizgi roman çeviri ekiplerinden birine katıldım. Üç yıl kadar, çevirdiğim hiçbir şeyden kazancım olmadı, çevirmen olarak adım bile çıkmadı, mahlas kullandırdık. İlk çevirdiğim çizgi romanı söylersem mahlasım ortaya çıkar, o ekip dağılalı çok oldu ama, “Aramızda sır,” demiştik bir kere, bu kadar yıl sonra bozmayayım.
İkinci ve resmi başlangıç 2018’de, April Yayıncılık’tan Nazlı Berivan Ak Hanım’la tanışmamız sayesinde oldu. Standart bir deneme çevirisi sürecini hızlıca geçirdik; çevirdiğim ilk kitap, Mike Massimino’nun otobiyografisi Astronot’tu. Hâlâ en içime sinen çevirim odur, şu an elimdeki bir kitap meydan okuyabilecek gibi duruyor sadece.
En son ne çevirdiniz? Masanızda yeni ne var?
En son Abdulrazak Gurnah’ın üçüncü romanı Dottie’yi teslim ettim. Eder etmez de 2020’de çıkan son kitabı Afterlives’a başladım. Benim çevirdiğim dördüncü kitabı olacak, geri kalanını Müge Günay Hanım çevirdi. El birliğiyle bir yazarı yedik bitirdik, çok tatmin edici bir şey. Aynı zamanda bir true crime kitabını çeviriyorum, az önce bahsettiğim, en içime sinen çeviri olmaya aday kitap bu. Tamamı röportajlardan ve yazışmalardan oluşuyor, tam benlik.
Bugün gelse elimdeki bütün işleri bırakıp onu çeviririm dediğiniz bir yazar var mı?
Eskiden Brandon Sanderson’dı, ben kendisini okumaya başladığımda henüz çevirisi yoktu. Şimdi bütün eserleri ya çevrildi ya çevriliyor. Stephen King nasılsa senede bir kitap yazıyor, birini bana verseler çok mu? Lemony Snicket’ın Talihsiz Serüvenler Dizisi’ne yazdığı dört kitaplık bir devam serisi var, keşke yapabilsek ama sanırım şimdiki çocuklar Talihsiz Serüvenler okumuyor. C. S. Forester’ın Hornblower serisini çevirmek, ömürlük kariyer hedefim. Buradan bütün yayınevlerine açık çağrımdır, buyurun konuşalım.
Peki okur olarak bir çeviriye “iyi” demek için hangi şartları ararsınız? Mesleki deformasyon var mı okumanızı engelleyen?
Beni kötü çeviri değil, özensiz çeviri kızdırıyor. Burada da en önemli kıstasım tutarlılık. Geçenlerde bir bilimkurgu kitabı okuyorum, türün gereği bir sürü bilimsel zamazingo adı var. Bunları çevirmek de büyük zevktir ama aynı terime bir sayfa içinde üç farklı isimle seslenilince benim şalterim atıyor. Şimdi tam hatırlayamıyorum ama aynı alete decoder/dekoder/şifre çözücü demek gibi bir şeydi. Seç birini, seçimini beğenmesek de diyelim ki, “Helal olsun, seçiminin arkasında durmuş.” Çevirmeni ne yaparsa yapsın meslektaşımdır, ifşalamıyorum.
Edebiyatta aşırı dipnottan da hoşlanmıyorum. Bu konuda hep aynı örneği veririm: H. P. Lovecraft’in bir kitabında ortamın soğukluğu betimlenirken, “Lovecraft çok kolay üşürdü,” diye bir dipnot görmüştüm. Gereksiz dipnot, akışı bozar.
Rutininiz, alışkanlıklarınız, totemleriniz var mı? Örneğin yanınızda ne olmazsa asla çeviremezsiniz?
Rutin beni çok rahatlatıyor. Bir süredir rutinime eskisi kadar bağlı kalamıyorum, ona geri dönmek için çabalıyorum. İki kitaptan da her gün beş sayfa çevirmeye çalışıyorum, tek kitap çevirirken daha kolaydı tabii. Her gün işim bitince, “Harç bitti, yapı paydos,” diyorum. Elimin altında içecek bir şey olması da hoşuma gidiyor, genelde çay kahve. Arada üzüm/arpa türevi şeyler de iyi gidiyor.
Çevirmenlik delilik diyorlar, doğruluk payı var mı sizce? Öyleyse de devam etme gücünü veren ne?
Ben de geçenlerde bir dizi izledim, “Badanacılık sadece cesurların işidir,” diyorlardı. Hepimizin ekmeğini kazanan aklıselim insanlar olduğunu düşünmek bana daha iyi geliyor, hakiki deli işi trapezcilik falan olabilir. Tabii bir metinle aylarca uğraşıyoruz, aynı mesaiyi sözleşme çevirmeye verip üç katı para kazanmak varken kitap diye diretiyoruz, bunlara rağmen çoğu okurun bizim adımızı aklında tutmayacağını biliyoruz… Bunlara delilik demek isterseniz çevirmenliğe de diyebilirsiniz ama beni bozmuyor bunlar, tanıdığım çoğu kitap çevirmenini de bozmuyor. Ben kitapla uğraşmayı seviyorum, günlerim güzel geçiyor mesleğim sayesinde. Fazla süsleyemedim bu cevabı, seviyoruz işte. :)
Okurun çevirmen konusunda bilinçlendiğini düşünenlerden misiniz tam tersi mi?
Görünmezlik bu işin fıtratında var, olup olacağı bu kadar sanki. Çoğu kişinin takip ettiği/sevdiği çevirmen yok ama daha nitelikli bir okur kitlesinin var (Benimkiler Hüseyin Can Erkin, Roza Hakmen, Cihan Karamancı). Sağ olun, sizin gibi yayınlar çevirmenlere ulaşıyor. Edebiyat dergilerinde bir çeviri/çevirmen köşesi oluyor genelde. Açıkçası benim beklentim de bu kadar. Eskiden bu kadarı bile az bulunuyordu, o yüzden evet, bir bilinçlenme var gibi.
İZLEYİCİ İZLENİMİ *
Son bir kaç ay biliyorum ki hepimiz için zor geçti/geçiyor. Öncelikle ülkemizde yaşanan depremden etkilenen herkese geçmiş olsun. Hala deprem bölgesinde pek çok temel insani ihtiyaçlar güçlükle karşılanıyor. Bu ihtiyaçların karşılanması için pek çok sivil toplum kurumu, belediye, siyasi parti ve gönüllü çalışmaya devam ediyor. Pek çok müzisyen dayanışma konseri düzenliyor, pek çok tiyatro dayanışma için oynuyor. Her türlü yıkımdan ve boğulma hissinden çıkmaya çalışırken sanat yine elimizden tutuyor. Ama öyle pat diye de çıkarmıyor, kendimiz sorgulatmaya devam ediyor.
İran asıllı İsveçli yazar Athena Farrokhzad’ın kaleminden, Ali Arda’nın çevirisi ve Yeşim Özsoy’un harika yönetmenliğiyle Medea’ya Şenay Gürler hayat verirken, Özgün Çoban ise adeta şeytanın avukatlığını yapıyor ve Ahlak’ın vücut bulmuş hali olarak karşımıza çıkıyor.
Medea’ya Göre Ahlak Fragman:
Medea’ya Göre Ahlak; Iason’un aşkı için ailesinden vazgeçip, kardeşini öldürerek, yurdundan sürgün edilen prenses Medea’nın, yine aşkı için çocuklarının katili olmasıyla başlıyor. Kadın, mülteci, anne ve çocuk katili Medea… Bütün oyun boyunca Medea, ahlaka kafa tutuyor. "Asıl senin ihtiyacın vardı, çocuklarımı öldürmeme. Bir fail gerekiyordu ve o ben oldum!” diyor. Bütün oyun boyunca Medea’nın bakışlarındaki intikamın tüm hırsını hissediyorsunuz. Ahlak da boş durmuyor, yer yer seyirciden destek almaya çalışarak; Medea’ya aşkını, yurtsuzluğunu sorgulatıyor, ne yapıp neyi yapmayacağını söylemeye çalışıyor, yargılıyor. Hatta daha da ileri giderek yer yer Medea’nın vicdanıymış gibi davranıyor, ona kendini suçlu hissettirmeye çalışıyor. (Ne kadar tanıdık değil mi?) Tıpkı hepimizin bildiği, hissettiği “ataerkil ahlak” gibi…
Bir de üçüncü kişiden bahsetmek isterim, sahnede üçüncü bir kişi olarak görmüyoruz ama Şenay Gürler ve Özgün Çoban’ın elinde başka başka karakterler olarak varolan taşlar… İlk olarak Ahlak’ın elinde gördüğümüz taşların, Medea’ya atmak üzere hazırlanmış dekor olduğunu düşünmüştüm, sahnenin her yerine gelişi güzel dağılmış taşlar da açıkçası fikrimi destekledi. Oyun boyunca bu taşlar yeri geldi Medea’nın çocukları oldu, yeri geldi Medea’ya ev ya da yurt oldu. Oyundaki bu görünmeyen tasarım açıkçası benim oyun bittiğinde, üzerine düşünürken keşfettiğim bir şey oldu. Dekor ve kostüm tasarımındaki Melis Hafızoğlu’nun da hakkını vermek lazım, görünenin ötesinde bir tasarım.
Beni oyunun metni ve oyunculuklar kadar etkileyen, Gökçe Uygun’un yaptığı ses tasarımı ve müzikler ise oyunu oldukça çarpıcı ve güçlü hale getirmiş. Yaklaşık bir saat süren oyunda; pek çok ikilem yaşıyorsunuz, Medea’yı anlarken bir anda Ahlak sizi başka bir yere götürüyor. Müziklerde bu yolculuktaki koltuk arkadaşınız, her hisse uygun bir tasarım olmuş.
Bu arada Şenay Gürler bu oyunuyla Üstün Akmen Ödülleri’nde Yılın Kadın Oyuncusu ödülüne layık görüldü.
Oyuncuları Gözünden:
Bonus Okumalık
Sungu Çapan ve Yücel Göktürk, Nuri Bilge Ceylan’la yeni filmi Kuru Otlar Üzerine söyleşti.
Bu arada elbette Merve Dizdar’ı ödülü ve konuşmasından dolayı tebrik ediyor kendisini kalplere ve çiçeklere boğuyoruz.
NURİ BİLGE CEYLAN İLE ÇEHOV’DAN “İNSAN RUHU”NA
Böbrek denince…
Nuri Bilge Ceylan’ın yeni filmi “Kuru Otlar Üstüne” 76. Cannes Film Festivali’ndeki ilk gösteriminde tam 12 dakika ayakta alkışlandı, Altın Palmiye’nin favorileri arasında gösterildi. Üç saati aşkın süresiyle film, ilk izlenimlere göre, şahane sekanslarının, fotoğraflarının yanında, insan davranışının değişkenliği ve muğlaklığı, insanın bencilliği ve kötücüllüğü üzerine de düşündürücü diyaloglarla yüklü. Nuri Bilge Ceylan sinemasının ipuçlarını ve temellerini anlamak üzere, “Mayıs Sıkıntısı”nın hemen sonrasına, 2001 yılına gidelim. Çehov’dan Bach’a, doğadan “insan doğası”na, Nuri Bilge Ceylan anlatıyor. Roll’dan naklen…
Bir sahneyi hiç unutmuyorum. O zaman çok fakirlik vardı, memurlar da daha zengin değildi halktan; hepimiz yamalı pantolonlarla gezerdik, çoraplar yamanırdı, ayakkabılara pençe yaptırılırdı, kesinlikle birden fazla ayakkabımız olmazdı. Daha ucuz olsun diye babam bir tıraş makinesi almıştı, bizi o tıraş etmeye başlamıştı… Alabros diye bir tıraş vardı, arkada saç olmaz, önde birazcık olur, ama o geçişin çok hassas bir şekilde yapılması gerekirdi… Yapılamadığı zaman sert bir geçiş olurdu… Bir gün hakimle savcı, tam arkadaşlarımla oynarken geldiler. Babamla aralarında her zaman bir iktidar ilişkisi vardı, bir astlık-üstlük sorunu yoktu ama, birbirlerini aşağılamak için fırsat kollarlardı. “Oğlum, kim tıraş etti seni?” dedi hakim. “Babaam” dedim ben oyunu bırakıp. Birbirlerine baktılar, şöyle bir kafa salladılar. (gülüyor)
Ben bunun önemli bir şey olduğunu anlamadım tabii. Sonra babama anlattım, ama öylesine anlatmıştım, büyük bir olay gibi değil. Birden bunun annemle babam arasında bayağı bir olay olduğunu hissettim. Böyle “vay, eşşoğlueşekler” falan diye… Bayağı bir sinir olmuşlardı. Bütün memurlar arasında böyle bir mücadele vardır. O yüzden aklımda hep öyle bir karakter vardı, hakim, kaymakam falan gibi. Bunların sadece arkalarından küfredilirdi, yüzlerine karşı hep “efendim” denirdi.