Okur Bülteni - 46
Merve’yi bir süre daha kendi haline bırakıyoruz, Burcu yetebildiği yerde yetmeye çalışacak, Hasan Hayyam Meriç ise taze kanımız.
Merhabalar,
Epey uzun zaman oldu, 6 Şubat depremlerinin ardından bir ara verelim dedik sonra güzide memleketimiz kolumuzu kaldırmamıza izin vermediği için bir türlü ayağa kalkamadık. Memleket normale dönsün diye biraz daha beklersek ömrümüz yetmeyebilir diye düşündük ve işte yeniden karşınızdayız.
Merve’yi bir süre daha kendi haline bırakıyoruz, Burcu yetebildiği yerde yetmeye çalışacak, Hasan Hayyam Meriç ise taze kanımız.
Bu sayıdaki konuklarımızın cevaplarını 6 Şubat’tan önce almıştık hadi devam edelim dediğimiz noktada heybemizdekilerle devam ediyoruz. Sevengül Sönmez ve Arlin Çiçekçi konuklarımız. İzleyici İzlenimi’nde ise Çiğdem bize Eylül oyununu anlattı. Bu arada kendilerinden gecikme içinde özür diliyoruz.
Hasan Hayyam Meriç’in kendi has bölümü Lıkırdılar’ın birinci bölümü yayında.
Not: Bülten yapma pratiğini unutmuşuz, Pazartesi içkiyi biraz fazla kaçırınca bir gün geç geldik, eski düzene döneceğiz, telaş yok.
Sevengül Sönmez’le bugüne kadar tanışmamış birinin okuryazarlığından şüpheye düşeriz. Çünkü hiç okumadıysanız okuduğunuz o bir kitabın bir yerinde mutlaka bir emeği vardır. Yayıncılık sektörünün içinde yer alan herkes için o bir hocadır. K24’te şu aralar İtalik Öneriler adı altında bir yazı dizisi yayınlıyor, kitapla ilişkisi olan herkesin bir şekilde takip etmesi gereken bir dizi.
Kalabalık bir edebiyat sofrası kuruyoruz, yaşayan ya da aramızdan ayrılan yazarlardan beşini çağırmak da sizin hakkınız. Kimleri çağırırdınız, neden?
Bu soruyu yanıtlamadan önce şunu söylemeliyim ki yakın arkadaşlarım, dostlarım hep edebiyat dünyasından insanlar; o nedenle aslında benim sofralarımın çoğu edebiyat sofrası oluyor. Çok şanslıyım bu nedenle ve hepsine ayrı ayrı minnettarım. Sofraya gelince, kadınlardan kurulsun istedim bu sofra. Benim kadınlarım, beni ben yapan kadınlarla buluşayım istedim. Simon de Beauvoir’ı baş köşeye aldıktan sonra yanına Susan Sontag’ı oturturum. Karşılarına da Patricia Highsmith’i. Zabel Yesayan da gelince, öte dünyanın davetlileri tamamlanmış olur. Bugünü temsilen de masanın konuğu Margaret Atwood olsun isterim. Farklı dillerde, farklı konularda yazmış bu kadınların her birinden çok şey öğrendim ve pek çok kez de dönüp dönüp okudum yazdıklarını. Kurduğum bu sofrayla onlara teşekkür etmek, “İyi ki yazdınız, sayenizde ben de kendime bu dünyada anlamlı bir hayat kurdum,” demek isterim.
Sizi aynı anda birden fazla projede ya da art arda pek çok etkinlikte görüyoruz. Piyasamızın oldukça aktif ve üretken insanlarından birisiniz. Odaklanmanın bile marifet sayıldığı bugünlerde bu heves ve şevk nasıl kaybolmuyor? Nedir sırrınız?
Beni üretken ve aktif bulduğunuz için çok teşekkür ederim. Aslında biraz tembellik etmeye çalıştığım bir dönemdeyim. Ne de olsa Paul Lafargue’ın dediği gibi, tembellik hepimizin hakkı. Son zamanlarda yaptıklarımı azaltmaya, daha seçici olmaya çalışıyorum. Bazı dönemlerde birden çok projede ve etkinlikte bir görevim oluyor. Ya da ben biriktirmiş olduğum işleri birbirine yakın zamanlarda bitirdiğim için ortada görünüyorum.
Öte yandan, heves ve şevk bahsine gelince... Ben hep hevesli, meraklı ve enerjisini kendinden bulan biri oldum. Her konuda meraklanıp okumaya, seyretmeye başlayabilirim. Edebiyattan yola çıkıp tarih, arkeoloji, mimaride konaklayıp çağdaş sanata geçebilirim. Ya da büyük bir hevesle çeşitli bulmacalar çözmeye çalışabilirim. Sanırım böyle büyüdüğüm için oldu.
Odaklanmak konusunda belki de doğuştan getirdiğim bir özelliğim var; belki de yıllar içinde çok antrenman yaptığım için olabilir. Hem çok dikkatliyimdir hem de deyim yerindeyse fil gibi bir hafızam var. Burada bir maşallahınızı alayım. 😊
Yine de bunun sırrının düzen olduğunu söyleyebilirim. Ben çok düzenliyimdir, her proje için defterlerim vardır; ne yapılacağını çok iyi bilsem, aynı işi önceden defalarca yapmış olsam bile her şeyi not ederim. Bu notları da düzenli olarak güncellerim. Çalışma odam, masam, bilgisayarım vb. de çok düzenlidir. Böyle olunca dağılmak söz konusu olmuyor. Bir işe bıraktığım noktadan dönmek için tezgâhım hep derli toplu yani.
Uzun zamandır yayın piyasasındasınız. Geçmişe dönüp baktığınızda, “Nerede o eski bayramlar,” dedirtecek kadar özlediğiniz ya da kaybolduğunu düşündüğünüz şeyler var mı?
Galiba hep var, ama eskiyi özlemek biraz da yaşlanmak mı diye düşünüyorum. O yüzden de eski zamanları hatırlarken özlemek yerine o günleri gülümseyerek anımsamaktan yanayım.
Yine de 2000’lerin başındaki Cağaloğlu’nu özlüyorum mesela. O yıllarda kitap eklerinin yarattığı merakı, yeni çıkan kitapları ve kendi yaptıklarım hakkında yazılanları biraz da endişeli bir merakla bekleyişi de. 2000’lerin başı Türkiye’de yayıncılığın çeşitlendiği zamandı; her yeni yayınevini, onların kitaplarını merakla beklerdik. O bekleyişi de özlüyorum. 2010’ların başını da kişisel olarak deneyimlerimin arttığı ve çok daha nitelikli işlerin parçası olmaya başladığım yıllar olarak anımsıyorum, oradaki heyecanları da özlüyorum doğrusu.
“Bugün olsa öyle yapmazdım,” dediğiniz bir tecrübeniz oldu mu yayıncılık geçmişinizde?
Sait Faik’in bütün eserlerini yayımlarken yaşarken yayımlananlar ve ölümünden sonra yayımlananlar şeklinde iki kategori düşünüp kitapları öyle hazırladım. Bu süreçte ölümünden hemen sonra yayımlanan Az Şekerli (1954), Tüneldeki Çocuk (1955) ve Muzaffer Uyguner’in hazırladığı Yaşasın Edebiyat/Balıkçının Ölümü (1977) ve Açık Hava Oteli (1980) kitapları tekrar basılmadı. Onun bu kitaplara aldığı öyküleri ve yazıları yenilerini de ekleyerek Hikâyecinin Kaderi adlı tek bir kitap haline getirdim. Bunu yaptığımda, (teknik olarak hâlâ) yanlış bir şey yoktu. Ama bir süre sonra aldığım maillerdeki, “Açık Hava Oteli’ni basmayacak mısınız, Az Şekerli ne zaman basılacak?” gibi sorulardan anladım ki, bu kitaplar Sait Faik okurlarının zihninde yer etmişti, üstelik Açık Hava Oteli çok da şahane bir kitap adıydı. Hikâyecinin Kaderi’nde bu kitaplara yer vermenin bir yolunu bulmalıydım; olamıyorsa da arka kapağına bu kitapların bu toplamda yer aldığını yazmalıydım.
Şimdiki aklım olsa böyle yapardım.
En son ne izlediniz, ne dinlediniz, ne okudunuz?
Cate Blanchett’in başrolünü oynadığı Tar’ı izledim. Orkestra şeflerine hep ilgim vardır, biyografi de sevdiğim için bu film ilgimi çekmişti. Oyunculuklar, atmosfer vb. çok iyiydi ama duygusu konusunda emin değilim. Bir şey beni huzursuz etti, bunu filmi izleyenlerle konuşmak istiyorum. Sıcak Kafa’yı yayınlanır yayınlanmaz izledim, romanı da okumuştum. Hayli beğendim. Yetişkinlerin Yalan Hayatı’nı izlemeye başladım.
Dinleme konusunda hayli tutucuyum, sevdiğim müzikleri dönüp dönüp dinliyorum. Son günlerde Meryem Aboulouafa’nın Meryem adlı albümünü severek dinliyorum. İzlediğim filme de gönderme olarak çok severek dinlediğim bir diğer albümü de yazayım: Alondra de la Parra’nın Philharmonic Orchestra of the Americas’la çalarak kaydettiği Mi Alma Mexicana. Özellikle de “Danzón No. 2”yi çok seviyorum.
Okumaya gelince, iş ve dersler için zorunlu okumaları bir kenara bırakarak yanıtlayayım: Her gün biraz çizgi roman okumaya çalışıyorum, yakınlarda Andi Watson’un Turnede Bir Yazar’ını ve Neil Gaiman’ın Cinayet Sırları’nı okudum. Philippe Dijan’ın 2030, Claire Keegan’ın Böyle Küçük Şeyler de geçen günlerin okumaları arasındaydı. Bir de çocuk kitabı var çok severek okuduğum, Tina Valles’in Bay Evde Yokum’un Post-it’leri. Evden çalışan bir düzeltmenin hayatını anlatıyor ve şahane bir ithafı var: “evde yalnız başına çalışan bütün yiğitlere...” yani bize😊
Şimdi elimde Hikmet Hükümenoğlu’nun Harika Bir Hayat, Rebekka Endler’in Eşyaların Patriyarkası ve Alberto Manguel’in Resimleri Okumak kitapları var.
DUVARDAKİ BARDAK
Sektör haberlerinden bi-haber kaldık. Twitter’da gördüğümüz birkaç haberin de kayda değer olup olmadığını düşünmedik bile parmağımızı şöyle bir kaydırıp geçtik. Geçtiğimiz üç ay içerisinde pozisyon değiştiren de yayınevi değiştiren de pek çok insan oldu. Hepsine bol şans. Her neye inanıyorlarsa o sabırlarını daim etsin. Neyse hele bir elimiz haftalık gündeme yeniden alışsın, buraları şenlendiririz merak etmeyin.
Nazlı Berivan Ak’ın ilk belgeseli Kitapçı pek yakında izleyiciyle buluşacak. Gösterim tarihlerini duyuracağız. Sırf torpilli görünmesin diye buraya ne kadar gurur duyduğumuzu yazmıyoruz. :)
Latife Tekin ile Üç Gün, Kurmacayı Okumak ve Yazmak - Antakya Sanat Kolektifi yararına yapılacak olan üç günlük atölye çalışmasının katılım ücreti 1500 TL. Atölye çalışmasına katılamayacak ama destek olabilecekler; Antakya Sanat Derneği hesabına atölye ücretini yatırarak bir öğrenci arkadaşımızın atölye çalışmasına katılımını sağlayıp, dayanışmaya el verebilirler.
Bir edebiyat olayı nasıl deneyimlenir? Edebi bir metnin asıl öneminin söylenenlerden çok söylen(e)meyenlerde bulunduğunu ileri sürmek ne anlama gelir? Ve daha pek çok sorunun cevabını arayan atölye 12-18 Temmuz tarihleri arasında Gümüşlük Akademisi’nde gerçekleşecek. Edebiyat kampında tragedyalardan, şiirden, edebi metinlerin varlığı ile hiçliğinden, ömürlülükten ve yazma eyleminden söz edilecek. Ayrıntılar için tık tık.
The Guardian'dan David Barnett’in haberine göre edebiyat ajansı Jenny Brown Associates Birleşik Krallık’ta 50 yaş ve üzerindeki kişilerin katılabileceği bir ilk roman yarışması başlattı. Tık tık.
2023 The British Book Awards kazananları açıklandı. Geçtiğimiz yıl saldırıya uğrayan Salman Rüşdi’ye yayın özgürlüğü özel ödülü verildi. Tık tık.
Hollywood’da yazarlar, 15 yıl sonra bir kez daha grev kararı aldı. Amerikan Yazarlar Birliği (WGA), Walt Disney Co. ve Netflix Inc. gibi büyük şirketlerle ödemeler konusunda yaşanan anlaşmazlık nedeniyle greve gideceğini duyurdu. Birlik, yapay zeka botlarının senaryo yazımı ya da düzenlemesinde kullanılmasının yasaklanmasını ve bunun yerine teknolojideki gelişmelerin tartışıldığı yıllık toplantılar yapılmasını talep etti ancak bu talep Sinema ve Televizyon Yapımcıları Birliği (AMPTP) tarafından reddedildi.
DUMANI ÜSTÜNDE
Malum döviz kurları, faiz oranları, kredilerin şöyle böyle olmasından dolayı kimi kendince küçük olmadı butik yayıncıların kağıdı evde nasıl yapacaklarına dair yollar aradıklarını duyduk ama inanmadık. Şaka şaka. Ortalıkta kağıt yok diyorlar, olan kağıdında döviz kurlarının yukarısında satıldığı söyleniyor. E zaten memleket gündeminden kimsenin okuyacak dermanı kalmadı, yeni çıkanları takip etme hevesimizde çürüdü gitti. Kimi yayınevlerinin kitaplarını alabilmek için krediye girme lüksümüzde yok. Ekmek değil ya bu.
Kerr - Tayfun Pirselimoğlu - İletişim Yayınları
Tayfun Pirselimoğlu’nun Kerr filmi 2021 yılında vizyonda yerini almıştı, filmin romanı ise geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Romandan uyarlanmış film mi, filmden uyarlanmış roman mı orada biraz kafamız karıştı ama olsun. Arka kapak yazısından anladığımız kadarıyla mesele taşrada bir cinayet. “Cezmi Kara, babasını defnetmek için uzun yıllar sonra çocukluğunun geçtiği kente gelir.Tam tüm işlerini bitirmiş İstanbul’a dönecekken tren garında işlenen bir cinayete şahit olur. Gitmekten vazgeçer, daha doğrusu yaşananlar gitmemesi için tüm ortamı yaratır.Kendini hiçbir şekilde anlayamadığı birtakım olayların ortasında bulur ve hikâye başlar.”
Kumsalda - Mehmet Fırat Pürselim - İthaki Yayınları
Olan bitenden ötürü yeteri kadar korkmadım dimdik ayaktayım diyorsanız buyrun size edebiyatımızın eksik taşlarından korku türünün örneklerinden bir kitap. Mehmet Fırat Pürselim’in Kumsalda: Korku Hikâyeleri İthaki Yayınları tarafından yayımlandı. Dört arkadaş ateş başında birbirlerine korku hikayeleri anlatırlar. Hangisi Türkiye’yi anlatıyor acaba, sonuçta dinozorlar, yarasalar derken cümbürcemaat yaşayıp gidiyoruz. Khalassi neredesin canım benim.
Divan Cadısı - Özlem Yılmaz - Everest Yayınları
Yine bir yayınevi tarafından arka kapak yazısında heyecan verici bir ilk kitap olarak tanıtılan bir kitapla beraberiz. Hayır yani yazar ne kadar yaratıcı bir ilk kitap yazmış olursa olsun sırf yayınevi heyecan verici diye tanımladığı için sizinde bir heyecanınız kaçmıyor mu? Bizim kaçıyor. Özlem Yılmaz’ın hikayesi de yedilerle örülü bir hikaye, nedir bu yedi rakamın manası diye soranlara 777 diyor ve geçiyoruz. Buyrun arka kapak alıntısına: “Hepsi birbirinden farklı ama derinlerde birbirine bağlı toplam yedi öykü, tam yedi yalan, yedi yüzleşme. Kendi bedenindeki coğrafyadan habersiz kadınlardan insan ruhunun taşrasına, sırlı atlas yorganlardan bir divan şiltesinin altındaki şifalı tohumlara… Divan Cadısı, kişisel tarihi yeniden inşa eden hafıza oyunlarına, insanın köşe bucak kaçtığı kendi hakikatiyle yüzleşmesine, hatta o hakikati doğurmasına dair bir karnaval.”
Aksi Gibi - Pınar Öğünç - Kolektif Kitap / Zaman Zemin Zuhur / geçmişin tiyatral temsili - Beliz Güçbilmez - Kolektif Kitap
Kolektif Kitap yazarları arasında iki yazar daha eklendi ve Pınar Öğünç ile Beliz Güçbilmez’in bir süredir piyasada olmayıp neredeyse karaborsaya düşen kitaplarının yeni baskısını yaptı. İkilinin pek yakında yeni kitapları da raflarda yerini alacak.
Julie Otsuka - Yüzücüler - Domingo Kitap
Tavan Arasındaki Buda’dan sonra Yüzücüler’de Duygu Akın çevirisiyle yayımlandı. Bu kitap şenliklerle karşılandı. Biz daha elimize alamadık ama olsun. “Anneler ve kızları, keder ve anılar, sevgi ve geri dönüşsüz kaybın kulvarlarında yüzen Yüzücüler, efsunlu ve unutulmaz bir düş.”
Gerbrand Bakker - Berberin Oğlu - Metis Yayınları
Yine bir baba oğul romanıyla beraberiz. Kitap, Gül Özlen çevirisiyle yayımlandı. Yerlilerinden usandık bir de yabancılarına bakalım onların dertleri neymiş derseniz buyrun. “Babası o daha doğmadan önce bir uçak kazasında ölen ve büyükbabasının berber dükkânını devralan Simon bir gün, o zamana dek pek üstünde düşünmediği bu kazayı araştırmaya ve babasıyla ilgili bilgi toplamaya başlar, fakat edindiği her bilgi kafasındaki soru işaretlerini azaltmak yerine artırır. Simon bir yandan geçmişi eşeleyip babasıyla sandığından daha fazla ortak yönünün olabileceğini keşfederken, diğer yandan yıllar önceki uçak kazasıyla ilgili şaşırtıcı hikâyeler gün yüzüne çıkmaya başlar.”
Toni Morrison - Görünmez Mürekkep Yazmayı Okumak / Okumayı Yazmak - Sel Yayıncılık
Yazarların zihinsel süreçlerini merak edenler için bu tür okumalar oldukça keyif vericidir. M. Barış Gümüşbaş çevirisiyle yayımlanan kitap, “Sanatçının toplumdaki rolünden basının işlevine, edebiyattaki tahayyül sorunundan dilin gücüne, Afro-Amerikalıların Amerikan kültüründeki varlığından ırk, cinsiyet ve küreselleşme meselelerine kadar geniş bir yelpazede seyreden, zarif üslubuyla okuru şaşırtmaktan bir an bile geri durmayan, harekete geçmeye, hayal kurmaya ve umut etmeye davet eden bir çağrı…”
Metin Eloğlu - Odun - Horozdan Korkan Oğlan - YKY
Kadri kıymeti pek bilinmemiş şair ve yazarlarımızdan metin Eloğlu’nun iki kitabı birleştirilmiş ve ortaya hem müstesna bir isim çıkmış Odun / Horozdan Korkan Oğlan hem de Adalet gibi Eloğlu hayranlarının kalbine sevinç koymuş. Sonuçta Bay Cevdet’i çalgı çengiye ve içine rakı dökmeye götürmesiyle kendisine aşık olmuştu. Bay Cevdet’i de siz bulun.
“Seni sevmeseydim ilkbaharı kodunsa bul gayrı
İstanbul diye bir kent yoktu ki yeryüzünde
Umut diye bir şey yoktu ki seni sevmeseydim
Hak hukuk bereket diye
Eşitlik kardeşlik hürriyet diye
Yüreğime sağlık ne iyi ettim.”
KONU KOMŞU
Deniz Yüce Başarır’ın yeni podcasti Elim Kalem de Tutar Kadeh de! yayın hayatına başladı. Buyrun sohbete.
Sanat Özgürlüğünü İzleme Platformu’ndan Haluk Kalafat, Kültür Meclisi web sitesinin kurucusu Aslı Uluşahin’le söyleşti. Tık tık.
Serkan Seyman, Raşel Meseri ile Meskûn Zaman üzerine söyleşti. Tık tık.
Can Öktemer, 'Aşk, Mark, Ölüm' belgeseli üzerine yazdı. Tık tık.
Yenal Bilgici yazdı, Cicero’nun hafıza sarayını boşaltma vakti. Tık tık.
Şenay Aydemir yazdı, Çerçeve… Türkiye sinemasının üç farklı kuşağından öne çıkan yönetmenler ve sinema profesyonellerinin çalışmalarının yer aldığı "Prizma Expanded: Algının Poetikası" sergisi Akbank Sanat’ta açıldı. Tık tık.
Bir yazarın soyadı kendisine bu kadar mı yakışır vallahi yakışır, geçtiğimiz günlerde 2023 Duygu Asena Roman Ödülü’nü alan biraz burada biraz dışarılarda yaşayan yazar Arlin Çiçekçi’nin okuduklarına göz atıyoruz.
Kitaplara, onlarla tanıştığım günden beri minnetin ağırlıklı olduğu bir duygum oldu. Minnet baki kaldı ama okuma deneyimim yıllar içinde değişmeye, dönüşmeye devam etti. Mesela son zamanlarda, bir kitabı çok severek, büyük keyif alarak okurken kendimi birkaç kelimeyi çok sık tekrar ederken yakaladım: İştahla okumak, tat almak, doyurucu, mis, leziz gibi kelimeler… Sanki kitaplardan değil de yemeklerden konuşuyorum. Sanırım kitapları bir nevi hayatta kalmak için gereken enerjiyi sağlayan besinler gibi görüyorum; yani, “Olsa güzel olur,” değil de hayati bir kaynak. Kurgu veya kurgu dışı her okuma deneyiminin, bizi varoluş mücadelesinde gereken güce, kuvvete, mukavemete biraz daha yaklaştırdığını, kaslandırdığını düşünüyorum. Tabii yiyip yiyip oturmamak lazım; yediklerimizin yaraması, kasa dönüşmesi için spor da lazım. Bu işin sporu da muhakeme olsa gerek. Sindirmeden, üzerine düşünmeden sadece yemek alışkanlığı obeziteye yol açabiliyor. O yüzden, bazen üst üste kitap oburluğu yaptığımı fark ettiğim zamanlarda biraz yavaşlayıp sindirmeye, okuduğum kitapların üzerine kafa yormak için daha çok vakit ayırmaya çalışıyorum. Geçen ay, Beliz Güçbilmez’in Tersine Mühendislik atölyesine başladım, yazmaktan çok bu şekilde derinleşerek ve damıtarak okuyabilmenin peşindeyim bu aralar. Üç kitap okumaktansa bir kitabı üç kere okumanın hazzı ve yararından bahsediyor mesela Beliz Hoca.
Ne okuyorsun?
Okumak üzerine söylediklerime tam tezat olacak ama üç ayrı mecradan üç kitap okuyorum, o oburluk dönemlerinden birindeyim yine bu ara, yakında yavaşlarım.
Storytel’den Şükran Yiğit’in Burası Radyo Şarampol’ünü bayıla bayıla dinliyorum, vedalaşmak üzereyiz. Mine Abla’yı ve Filiz’i çok özleyeceğim.
Matbu olarak Behçet Çelik’in Belleğin Girdapları’nı okuyorum. Yeni başladım ama şimdiden diline, anlatımının özgünlüğüne hayran kaldım.
Bir de Kindle’dan Raymond Carver’ın Katedral kitabındaki öyküleri orijinal dilinden okumak için kendimi zorluyorum. Seveni de çok ama mevcut Türkçe çevirisiyle ben barışamadım açıkçası.
Ne zaman okuyorsun?
Tam zamanlı bir işte çalıştığım için çalışma saatlerinden önce veya sonra okumak dışında çok bir alternatifim yok maalesef. Sabah yedide köpeğimi dışarı çıkardıktan sonra mesai başlayana kadarki sürede biraz okuyorum, sonra akşam yine köpeğimin yorulup yattığı ve -sağ olsun- halime acıyıp kendime zaman ayırmama izin verdiği saatlerde devam ediyorum. Elimdeki kitap çok sürükleyiciyse mesai saatlerinde de arada kaytarıp okumaya kaçtığım da oluyor tabii. (Bu türden mesai kaytarmalarını “Okur Bülteni” posta kutuma düştüğünde de yapıyorum.) Hafta sonları biraz daha rahat bu anlamda, bazı günler hiç evden çıkmadan gün boyu okuyorum. En son, bir hafta sonum tamamen Ayn Rand’ın Hayatın Kaynağı’yla geçti. “Değdi mi, değmedi mi?” diye sorarsanız hâlâ emin değilim. Kitabı sevip sevmediğime bin sayfa boyunca karar veremedim ama neticede bin sayfa boyunca hiç sıkmadan, büyük merakla okuttu kendini.
Nereden okuyorsun?
Bu soruyu daha ilk soruda harcamıştım.:) Sıralama yapacak olursam ilk sırada hâlâ matbu, sonra sesli kitap, en son tercihim de Kindle.
Tek bir kitap mı aynı anda birkaç kitap mı?
Eskiden bu konuda tutucuydum, birkaç kitabı bir arada okumak o kitapların her birine saygısızlık olur gibi geliyordu ama zamanla, ayıp veya saygısızlık saydığım kavramların anlamsız olduğunu fark ettim. Herkesin ritmi, yöntemi, algısı farklı. Kime ne iyi geliyorsa oradan, o yoldan devam etmeli. Hatta bu tercihler, kişinin kendi için bile zaman içinde değişebiliyor. Ama bazı kitaplar var ki başladığınız anda, “Benimleyken başkaları olamaz,” diyerek uyarısını yapıyor ve o tür kitapları okurken kendinizi tamamıyla vakfetmeniz gerekiyor. Son dönemde okuduklarımdan Nahit Sırrı Örik’in Kıskanmak’ı ve Sezgin Kaymaz’ın Sevinç Kuşları serisi öyle bir deneyimdi mesela; ikisi de ensemden sıkıca kavrayıp onlarla aynı anda başka bir kitap dinlememe veya okumama izin vermedi.
Okurken ne dinliyorsun?
Okurken bir şey dinleyemiyorum. Müzik enstrümantal bile olsa benim kafamı çok karıştırıyor. Yanı başımda vutran çalışırken bile okuyabilirim veya çalışabilirim. Gürültüden hiç etkilenmem ama garip bir şekilde her türlü müzik dikkatimi bozuyor. Zaten müzik konusunda biraz da cahilim açıkçası, pek aramıyorum ya da aklıma da gelmiyor. Distopik bir gelecekte elimden bir sanat dalını alacak olsalar, “Müzik, Edebiyat, Sinema… üçünden birini seç ve feda et!” deseler sanırım hiç düşünmeden müziği kurban edebilirim.
Bir zamandır tek kişilik oyunların yaygınlığını biraz sitemlenerek dile getiriyorum. Çünkü zor. Tek bir bedenin, sesin sahneyi doldurup hikayeyi eksiksiz var etmesi kuşkusuz hayli zor. Fakat izlediğim bu temsil ‘istisnalar kaideyi bozmaz’ın muazzam bir istisnası oldu.
Her oyundan sonra ayakta alkışlama kültürümüzü de şöyle bir sorguluyorum. Bu oyunun bitiminde handiyse refleks, oyunculuğu ayakta alkışlarken buldum kendimi. Uzun lafın kısası vurucu bir oyunculukla hemhal olduk. Tebrikler!
Uğur Kanbay’ın etkileyici oyunculuğunun yanı sıra kendi kaleme aldığı ve yönettiği oyunun dramatik akışını da hayli sevdim. Sadecik bir dekor eşliğinde bu muazzam oyunculuğu yükselten, spotlayan bir anlatım tercih edilmiş: tatlı, kıvamında, ironik ve dengeli akışa ani virajlı duraklar eklenmiş; kahkahalı bir yolculukta seyrederken yumruklarını sıkarak, göğsün sıkışarak tetikleniyorsun, gerçek gerçek ah ediyorsun.
Bir trans kadın Eylül; dolayısıyla kaçınılmaz, ağır bir hikaye izleyeceğiz kabulüyle oturuyorsunuz yerinize. Tatlı bir salon müziği çalıyor oyun öncesi. Tiyatroya gelenler yerlerini alma telaşesinde. Sahnede bir işlemeli paravan ve bir uzun puf, pembeli mavili ışık. Sanki bir davete icabetle genişçe bir oturma odasında toplaşmışız, ortak amacımız Eylül’le tanışmak.
Ve Eylül cilveli bir edayla karşımızda beliriyor; seyircilere ufku tararcasına şöyle bir göz gezdiriyor, “Bakayım kaç kişiyiz, baya çok, ah iyi iyi”. Hakikaten bir buluşma havasındayım.
İlk ters köşe, Eylül’ün birinci sahne boyunca, kendinden emin rahatlığı, kaygısızlığıyla eğlenceli bir anekdottan bahseder gibi hikayesini anlatması. Arada seyirciye sataşmalar, gündelik hayata ve karakterlere göndermeler, stereotipleri ya da gündeliğimizde stereotipleşmişleri tatlı tatlı tiye almalar… Dostane bir dil, elbette azıcık argolu, küfürlü… Coşkulu fakat dengeli akış kısmı esasen burası. “Aha” diyorum, trajediyle boğazımızı kavramıyor, “şahane!” Çünkü doğruya doğru, kaçınılmaz olduğundan emin olduğum trajik öğelerin mümkünlük seviyesi bu oyuna dair gözümü korkutmuş. İki perde arası sigara molasında, aklımdan şu geçiyor: Bu da bir tip önyargı işte, bir transın hikayesi anlatılacaksa ajite bir retoriği kaçınılmaz görmek de bir önyargı.
Sonra ikinci perde başlıyor, artık Eylül’le tanışığız, hikayesinde daha derinde kalmış, daha mahrem yerleri konuşabiliriz, konuşuyoruz. Yine dramatik anlatımdaki dozaj hayli dengeli. Bende hüzün, acımadan çok öfke, itiraz doğuruyor. Öte yandan Eylül hala sahnede, spotun altında. Yani el ele bir yakınlıkta değiliz, dengeli bir estetik mesafelenme var, aynı hikayenin öznesi olmadık. Ama aynı şehrin havasını soluyan iki kadın ortaklığındayız; birbirine parmak sallamayan ya da birbiri içinde erimeyen ama birbirini duyan. Yani oyun ve karakterin kurduğu temas yine dozajında, gerçekçi.
Oyun bitiminde anlıyorum, 28 yaşındaki Eylül’ün “Şu koca dünyaya bir tek senin evladını sığdıramadılar anne” diyerek intihar edişinin öncesinde, sosyal medyada canlı yayın yaptığı son 1,5 saatinin buluşmasındaymışız.
Komedi, melodram, trajedi, hatta gerilim… 110 dakikalık oyunda tek bir kişinin bu akışı böyle yaşayarak sahnelemesi ve izleyiciye yaşatması hakikaten etkileyici. Metni, kurguyu, rejiyi ama en çok oyunculuğu alkışlıyorum. Eylül’ü bizimle tanıştırdığınız için teşekkürler…
Eylül: https://tiyatrolar.com.tr/sfrpztf
Çiğdem Mezguaşe - #izleyicizlenimi
Bonus Okumalık
Behçet Çelik yazdı, 1915 yazında, Anadolu’da…
“Hagop Gobelyan'ın ailesinin tehcir hikâyesini romanlaştırdığı Kızgın Buhardaki Koza, yol hikâyesi olmanın yanı sıra, aslında ondan da önce var kalma, sağ kalma mücadelesinin hikâyesi. Ölüm tehlikesinin her an hissedildiği yolculuklar bunlar. Artin kaçaktır, çalıştığı şantiyeden kaçmıştır, yüzlerce kilometreyi saklanarak, yakalanma ve ardından hemen oracıkta infaz edilme korkusunu duyarak katetmesi gerekiyordur. Mıgırdiç’in gideceği yol kısa, yolda olmasını meşrulaştıran elinde birtakım evrak da var, (Ermenilerin Gebze’den öteye ya da beriye geçmesi yasaklanmıştır), ancak bu evrakın mahiyetini anlayabilecek kimselere rastlama ihtimali çok yüksek değildir. Dolayısıyla onun da görece kısa olan mesafeyi huzurla, güven içinde geçip Bardizag’a varıp varamayacağı hayli meçhuldür. Artin’le Mıgırdiç’in bunca zorluğa katlanarak yakalanma ve öldürülme korkusunu anbean duyarak yola düşme nedenleriyse aynıdır. Memleketlerindeki Ermenilerin tehcir edildikleri haberi kulaklarına gelmiştir ve ailelerini kurtarmak, hiç değilse korumak için yanlarına gitmeye karar vermişlerdir. Çok uzun süredir Pozantı’daki şantiyede çalışan Artin’in bildikleri çok daha azdır.”
Yüzücüler’i Doğan değil Duygu Akın çevirdi 🙈amaaan olur öyle hatalar da söylemeden duramadım yine de:)
Selamlar, kolay gelsin