Okur Bülteni - 41
Ufacık tefeciktin sevgilim, sende bir başkalık vardı. :) Yine müzikli giriş yaptık. Şimdi biz ne yazacağız ki Burcu'ya. O en çok özlediğimiz, artık Türkiye gecelerinde sürekli "uyumayın ulan" yazan Adalet'e "ne var be" diyen. Aramızdaki onlarca kilometreye ve sekiz saate rağmen her daim yan yana olduğumuz. Burnumuzun ucunda tüten. Projelerin anası, sloganların atası, kahkahalı romanların yazarı Burcu Arman.
Gidenlerden bir tek seni bize ekledik. Hep anlattın gitme deneyimini ama, anlat bakalım, gitmekle gidiliyor muymuş gerçekten? Nasıl oluyormuş bu iş?
Şimdi Merve bütün gün Mustafa Sandal mı söyleyecek bu durumda ahahah zaaflarımızı seveyim.
Göçmen bir aileden geldiğim için gitmekle gidilmeyeceğini tahmin ediyordum. Ama bu kadar kalınacağını düşünmemiştim işin doğrusu. Hayatımda iki zaman dilimi var. Biri yaşadığım, biri de sekiz saat öncesi… Gitmekle gidilmiyor kardeş. Ne iyiyi paylaşabiliyorsun ne kötüyü paylaşmaya hakkın olduğunu düşünüyorsun. Sen gittin çünkü. En sevdiğim meyveye çok rahat ulaşabiliyorum, artık lüks değil, ama aynı meyveyi kardeşimin de en az benim kadar sevdiğini de biliyorum. Ben unutmayı iyi başaran insanlardan görürüm kendimi. Ama işte bu lokmalar unutulmuyor. O yüzden dünyada en sevdiği şeyi yiyip ağlarken yakalayabiliyor insan kendini. Bu bir örnek, elbette meyve yemek için gelmedik yüz bin milyor kilometre öteye. Neden geldiğimi ben de soruyorum zaman zaman. Gecenin yarısı tek başıma yürürken arkama bakma gereği duymadığımda hatırlıyorum bazen neden geldiğimi. Kırk yaşını devirmiş, artık elimdekinden başka yeteneğim olmadığını bilip önümü göremezken, yeniden üniversiteye kabul edildiğimde hatırlıyorum. Lüks gördüğüm çoğu şeyin lüks olmaktan çıkıp sıradan ihtiyaçlar olabildiğini fark ettiğimde hatırlıyorum neden geldiğimi. Sokaklarda gülen insan yüzleri gördüğümde, "Gerçekten mutlu musunuz?" sorusuna, "E mutluyuz?" cevabını aldığımda… Ama ben tek, siz hepiniz işte… Ne oldu, kurtardım mı şimdi kendimi? Her gün ekonomi haberlerini alırken, politikayı her zamankinden fazla çok takip ederken gelmiş mi oldum? Bilmiyorum. "Hadi oradan," demek isterseniz diyebilirsiniz, umrumda değil. "Oh, gittin kurtuldun," diye bir şey yok… Kitaplarımı özlüyorum demiş miydim? Ailemi, yeğenlerimi, kedimi, dostlarımı ve kitaplarımı özlüyorum.
Sen gibi kahve sevdalısını görmedik. Bir kahve siparişin var, üç paragraf gibi. Peki hayatının dönemlerini kahveyle anlatmak zorunda kalsan hangi dönem hangi kahvedir?
Adil mi bu soru şimdi, hepsi benim bebeğim! Kahve siparişlerimin uzun olmasının sebebi tatlı seviyor olmam. Eğer dışarıda içiyorsam o aroma mutlaka girecek işin içine. Evet, her yere Neil Gaiman’ın “Gece kadar siyah, günah kadar tatlı” kahve tarifini yazarım ama işin doğrusu, ben bir aroma delisiyim! Dolayısıyla kış demek zencefil demek, tarçın demek; yaz hep karamel, belki biraz vanilya; sonbahara tuzlu karamel yakışır, bazen de balkabağı. Hayatımın dönemlerini ayıracak olsam da böyle seçerdim sanırım. Zorlu zamanlara zencefil yaraşır. Nasıl kullanıldığına bağlı olarak hem biraz acı hem şifa. Mutlu zamanlara hep daha fazla tatlı. O zaman bugün için bir kahve seçeyim. Laktozsuz sütlü, ekstra shot’lı, gingerbread aroma ve o üstüne atılan bıdılardan ve tabii ki bol krema.
Ölüm ilanı dahil olmak üzere yazılı kültürde ne varsa bugüne kadar hepsini yazdın. İki kitabın var, aklında iki ayrı kitap projesi var. Peki nedir bu yazma sevdası, ne zaman nasıl başladı, ne olursa biter ya da işte aşk hiç biter mi? Okumak ya da yazmak, sadece birini seçeceksin deseler hangisini seçersin, neden?
Üç yaşımdan beri öykü yaza… hahah değil tabii ki. Kitaplığı büyücenek olan bir evde büyüdüm ama bana okuma ve yazma aşkını bulaştıran halamdı. Gelişim Yayınları koridorlarında okumayı yeni sökmüş meraklı bir kızçe, fotokopi çekmeyi öğrendi diye mutlu olunca eve gidip evcilik yerine dergicilik oynamaya başlar…
Kimse okumasa bile yazmayı seviyorum. O dalga geçtiğimiz günlükler, defterler böyle böyle yığılıyor işte. Ergenliğimde anlatmayı gereğinden fazla sevdiğimi ve insanları çenemle yıldırdığımı fark ettiğimde gevezeliğimi kısıtlamanın yolunu da yazmakta bulmuştum. Herkesin hayatla başa çıkma yolu var. Benimki yazmak olsa gerek. İyi günde, kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta, ölüm bizi ayırıncaya dek!
Okumak ve yazmak arasından birini seçmeyeyim ya! Seçeceksem elbette okumayı seçeceğim ve okurken yazamadığım için de delireceğim, teşekkürler, hayalimde beni delirttiniz. Okumak demişken, kitaplarımı çok özlediğimi söylemiş miydim?
OKB’de en sevdiğin ve en sevmediğin şey ne? Sıra sende, dökül bakalım.
En başta edebiyatın gülen yüzü de var diyorduk, hatırlıyor musunuz? Geyiğimizi yaparken birileri çıkıp da ciddiye alıp olay çıkarmaz inşallah diyorduk. Ama tüm bunları yaparken, tam da Ado’ya sorduğumuz gibi, eyvallahımızın olmamasının tadını çıkarıyorduk. Gelmişiz 41. sayıya, kimse bize, "Kaşının üzerinde gözün var," dememiş; geyiğimizin geyik, ciddimizin ciddi olduğunu anlamışlar. Kendimizi anlatabilir olmanın verdiği mutluluk OKB'yle ilgili en çok sevdiğim şey sanırım. Artık gerçekten önüne iki tabure, bir tavla atabileceğimiz, önünden gelen geçen dosta çay (ben kahve) ısmarlayabileceğimiz bir dükkânımız varmış gibi hissediyorum.
Sevmediğim şey aslında sizin söylediklerinizle aynı. Bir heves cevap beklediğimiz insanların kalemin ucuyla yanıtlaması. Ha ama kimse, "Sizinle uğraşamam," demedi, her şekilde ayırdı zamanını, işte bu çok kıymetli. Bir de haftaların bu kadar hızlı geçmesine neden olmasını sevmiyorum! Ne ara o pazar oluyor, ne ara yeni sayı geliyor, vallaha aklım almıyor hâlâ. Ay bir de ara sıra gelen o okur mailleri beni her şeyden mutlu ediyor sanırım. Böyle dağa taşa suya yazmıyoruz hissiyatına tutunuyorum o zaman! Bin yaşasınlar!
Varsa, seni hâlâ tanımayanlar için bize Burcu olmayı anlatsana. Eksi 30 dereceye nasıl dayanıyorsun, en çok neyi özlüyorsun, ev ne demek, kaç kere yıktın kaç kere yeniden kurdun?
Burcu olmak kendi içinde bir Truva atıyla yaşamak demek sanırım. Onun içinde de bir Truva atı var ve onun içinde de… Hayır, çokkatmanlılıktan bahsetmiyorum; savaştan bahsediyorum. Kendimle savaşım hiç bitmedi. Ben kendimi de defalarca yıkıp yeniden yaptım ki... Bu yüzden taşınmak bir yerden sonra keyif oldu. Bir nevi temizlik. Fazlalıkların atılması, yeni, yepyeni duvarlara sahip olmak. Ellerinle örsen de yıkacaksan sen yıkarsın ancak, bunu bilmek. Bu yüzlerce kilometre öteye gitmekle değişecek bir şey değil. Aksine. Sanırım bir yanım tatmin oldu. "Bu sefer öyle böyle sıfırdan başlamadın Burcu, helal olsun," demiş bile olabilir. Ev benim kafamın içindeki o yer. Dört duvarı bulunca içine yansıtabildiklerim ev. Çünkü sanırım kendimi taşımayı öğrendim önce.
Gerçeklere dönersek bazı sabahlar, “Oha, şu an resmen Kanada’dayız,” diyorum; bazı sabahlar, “Biz neden Kanada’dayız?” En çok anlık olarak birilerini dürtmeyi, paylaşmayı, anlatmayı özlüyorum. O zamanlarda uzaklık -30’dan daha çok üşütüyor ciğerimi. Zira en azından o geçiyor, "-10 olmuş, bugün hava yumuşadı," diyebiliyorum. Ama diğer eksiler hiç artıya dönmeyecek kavuşmadan. O burnunun ucundaki çitişlenme hali geçmeyecek.
Yeterince ağladığımı düşünüyorsanız daha yeni başlıyoruz! Şaka bir yana, buraya gelmeden önce, “En azından kendi ülkemde bildiğim canavarlarla savaşıyorum,” diyordum. Önünü görememek benim kadar gerçekleşmeyecek programlar yapan birinin bile sinirlerini zıplatıyor zira. Ama geldikten sonra “her şey sırayla” mottom oldu. Çünkü Kanadalılar’ın kanı en az Akdenizliler kadar yavaş akıyor. Ben ne kadar koşarsam koşayım, sistem beni olması gereken yere çekiveriyor. Ocak ayında başlayacak asıl hayatımız, henüz göçmen balayımız bitmedi. Hâlâ trafik kurallarına şaşırıyor, durduk yere, "Bugün nasılsınız," diyen tanımadık bir insan karşısında kalakalıyor, simide bu kadar kolay ulaşabilir olmamıza seviniyoruz. Tüm bunlar olurken en büyük şansım eRişte lakaplı komik bir adamla evli olmak. Yoksa katmerli yalnızlıkla bunların hiçbirini yapamazdım.
Göçmenlik nasıl gidiyor? Tek odalı bir evde, standart bulduğun hiçbir şeyi yaşayamadığın, tezgâhtarlık ya da şoförlük yapmaktan gocunmaman gereken, yalnız, eksik ama bir o kadar keyifli bir dünya bu. Durmadan belge doldurmak, sıra beklemek, pr, newcomer, SIN gibi tuhaf tanımlarla yaşamaya, ekonomisinin sizin ülkenizden kötü olduğunu iddia eden Kanadalılara gülmemeye alışırsanız hiç fena gitmiyor. Bir de iki kremalı iki şekerli kahveyi, "Double-Double istiyorum," diye sipariş vermeye başladıysanız tebrikler, artık resmi olarak Kanadalısınızdır!
Listen to Niyə Belə Uzundur Bu Yollar on Spotify. No Land · Song · 2016.
Uzaklaşsa da "Gözden ırak olan gönülden de ırak olur" atasözüne tepki olarak ille de İstanbul'a, ille de tam zamanlı editörlüğe dönen, işini hakkıyla yapan çevirmen ve editör Aslı Güçlü editörlük deneyimini anlattı.
Editörlüğü nasıl tanımlıyorsun? Editör ne iş yapar?
Editör, bir metni düzelten, yayına hazırlayandır ama ne yazık ki günümüzdeki görev tanımı on yıl öncesine kıyasla giderek çeşitlenmekte, sorumlulukları artmaktadır. Dergi ya da gazetelerdeki sistemin bir parçası hiç olmadım ama yayınevlerinde bir kitap editöründen telif haklarıyla ilgilenmesini bekleyeni de gördüm, isbn alıp bandrol başvurusunda bulunmasını talep edeni de… Oysa editör, yabancı dosyalarda çevirmenden, yerli dosyalarda yazardan sonra metnin kalp atışlarını hissedendir… Metnin içinde kalıp teknik kısımlara dahil edilmemelidir ki kelime kelime, satır satır metni dokurken metne kendi lezzetini de katabilsin. Bu noktada küçük bir itiraf: Ağırlıklı olarak yabancı yayınlar üzerinde edindiğim deneyimle belirtmek isterim ki çevirmen kimliğim olmasaydı bu işe bulaşmaya gerçekten cesaret edemezdim. Bu mesleğin verdiği heyecanı hâlâ hissedebilen kaçımız aksini düşünür bilmiyorum ancak çeviri yapabilen editörlerin ellerinin sektörde daha güçlü olduğunu düşünenlerdenim, koordinatörlük görevimi sürdürürken de önceliği elbette onlara vermeyi tercih ediyorum.
Hiç unutamadığın bir hata yaptın mı?
Edisyonun ya da son okumanın pdf üzerinden yapılabildiği günlerdeyiz ama çıktı alınıp kırmızı kalemlerle düzelti çıkarılan günlerde çokça kâğıt kesiği gördü bu parmaklar. :)) O yüzden acısı geçer tene her hatanın, bilirim. Ama inanın şu, “İkinci baskıda düzeltiriz,” diye ifade edilenler dışında ciddi bir hata yaptığımı anımsamıyorum. İki kez, hatta gerekirse üç kez kontrol etmeden metni teslim edemeyen biri olarak, “Burada gerçekten bir terslik var,” diye düşündüğümde danışabildiğim birileri hep oldu; desteğini esirgemeyen, bilgisini benimle paylaşan meslektaşlarıma, arkadaşlarıma bin teşekkür…
Motivasyonların neler? Mesleğe devam iştahın nasıl kapanmıyor? (Ya da kapandığında neler açıyor?)
Birkaç yıl sektörden uzak kalmam gerçekten ne yapmak ya da ne yapmamak istediğim konusunda yol haritamı belirledi. Gezi sonrası yerleştiğim İzmir’de freelance çalışarak mutlu olmayı beceremedim… Sivri köşeleriyle kendi şehrimde, İstanbul’da, tam da pandeminin ortasında, işin mutfağında olmaya özlem duydum ve geri döndüm, alın size motivasyon!
Kitap hazırlarken bir totemin var mı? İçine bir yere sessizce kendi imzanı bırakır mısın?
Bir totemim yok ama, evet, bir nefeste okunan satırlara, üç noktalara bayılıyorum; bu, elimin değdiği, yayına hazırladığım metinlerde rastlanabilecek, aslında Aslıca dokunuşlardan biri sayılabilir.
Yalnızca ücreti ya da iş tanımın yüzünden hazırladığın en saçma kitap neydi? (İsim vermek istemeyeceğini düşünüyoruz, içerikten bahsedebilirsin.)
Aslına bakarsanız önünüze dönem dönem bir dolu en saçma dosya yığını geliyor ve işiniz o en saçma dosya yığınını yayına hazırlamak… Ama içten içe siz, kendiniz, rafta görseniz asla o kitabı alıp okumayacaksınız… Sorduğunuz soru buysa… Düzinelercesini yayına hazırladım – hatta sırf hissiyatı nasıl olacak diye çevirisini yaptığım bir kitap da oldu bu türde. Bir dönem tarihi aşk romanları en popüler türdü, çoğu yayıncı bu türün ekmeğini hâlâ yiyor da denebilir ama benim bildiğim tek şey, tek çabam sansür uygulamadan o metinlerdeki sahneleri okura sunma çabamdı çünkü zaten beklenti o yöndeydi. :))
Okurun çevirmene bakmaya başladığını biliyoruz. Editör seçen okur içinse daha biraz yol var gibi. Bakılmayan bir işçi mi editör?
Sosyal medyanın gücü bana kalırsa kitapların künyelerindeki isimleri okura giderek daha da hızlı yaklaştırıyor. Bunun yanı sıra ortada bir kitabın tanıtımı söz konusuysa artık çevirmen kadar editörün de fikri alınıyor. Tüm bunların en yakın örneğini Tüyap’ta yaşadık, okurun belki de başucunda duracak kitaba dair çevirmeni kadar editörüyle de temas kurabilmesi gerçekten tatlı bir detay…
Bu bölümü gerçekten biraz rahatlamak için açtık. Haydi anlat rahatla!
Çektiğimizin yettiği, zerre tahammülümüzün kalmadığı şu günlerden sıyrılıp güneşli, yeşilli mavili, patili, kadınlı erkekli, dolu dolu nefes alabileceğimiz, gülüp çiçekleneceğimiz günleri bekliyorum ben de çoğumuz gibi… Ötesinde… Özgürce bilimle, sanatla, coşkuyla büyüyüp serpilecek bir nesil olur, umarım. Ve lütfen, biz sizin adımladığınız bu yolu defalarca farklı tecrübeler edinerek geçtik demek istediğim yeni nesil editörler… İşinizi takıntı haline getirecek kadar sevgiyle yürütün, satır aralarınızdan renklerinizin seçildiğini unutmayın…
DUMANI ÜSTÜNDE
Rebekka Endler’in Eşyaların Patriyarkası: Dünya Kadınlara Neden Uymaz? kitabı İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Endler içinde yaşadığımız maddi dünyayı, eşyalarımızı şekillendirenin patriyarkanın ta kendisi olduğuna dikkat çekiyor. Çevirmeni Canan Çiğdem Dikmen.
Jaguar Kitap’ın çok sevdiğimiz Wilhelm Genazino’nun yeni kitabı Bir Kadın, Bir Ev, Bir Roman’ı yayımladı. Tevfik Turan’ın çevirdiği kitap, yazar olma hayali kuran Weigand’ın ikili hayatına odaklanıyor.
Botanik uzmanı Stefano Mancusso’nun Dünya Bitkileri kitabı Alfa Yayınları etiketiyle raflarda. Hayatımızın her alanında etrafımızda olan ve bizi kuşatan bitkilerin ve bitki ulusunun önemini merkezine alan kitap bitkilerin yaklaşan sonumuzu da engelleyebileceği, ya da en azından geciktirebileceği, inancını taşıyor. Çevirmeni Leyla Tonguç Basmacı.
Yazar ve editör kimlikleriyle tanınan, Meksika edebiyatının öne çıkan isimlerinden Jorge Comensal ilk kez Türkçede. Konuşma yetisini kaybeden başarılı avukat Ramón Martínez'in şifa arayışını konu edinen Mutasyonlar kitabının çevirmeni Nergis Gülcihan, yayımlayan Bilgi Yayınevi.
Tarihçi, çevirmen ve yazar Ceren Sungur'un derlediği Şamanizm serisine iki yeni kitap eklendi: Şamanizm, Cadılık ve Şifa Şamanizm'in şifalandırma tekniği olarak işleyişini ele alırken; Şamanizm ve İslam Türk ve Moğol halkları arasında İslam sonrasında Şamanizm'in varlığını nasıl sürdürdüğüne odaklanıyor.
Severek takip ettiğimiz, uzun zamandır şöyle dolu dolu kitap basmasına hasret kaldığımız Metis Yayınları yeni bir kitapla karşımızda: Bulutun İçinden Bir Ses. Denton Welch'in kaleme aldığı kitap, Hamsin yortusunda amcasının yanına giderken kaza geçiren karakterin bedeniyle aniden ve iradesi dışında değişen ilişkisini konu ediniyor. Çevirmen Fatih Özgüven.
Okuma deneyimini ve okurluğunu anlatmasını istediğimizde kalbini istediğimizi düşünmesine rağmen kalbini açmaktan çekinmeyen, Küsurat Yayınları'nın kurucusu, dünya tatlısı Büşra Aksak'ın okurluk deneyimine buyrun.
Ne Okudu köşesine konuk olunca hafif bir tedirgin oldum. İnsanın okuduğu şeyleri paylaşabilmesi, sosyal medyada hayatımızın pek çok kısmını göstermeye gönüllü olduğumuz bu dönemde bile hâlâ biraz mahrem geliyor bana. Barış Bıçakçı’nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz kitabında, “Benden okumak için kitap önermemi isteyenlerin kalbimi de istediklerini sanıyordum, hâlâ öyle!” demesi gibi aslında. Kalbimi istediniz, buyurun…
Ne okuyorsun?
Christopher Vogler’in Yazarın Yolculuğu: Öykü ve Senaryo Yazımının Sırları kitabını okuyorum.
Ne zaman okuyorsun?
Sabah çok erken uyanıyorum, mesaim başlayana kadar epey vaktim oluyor. En temiz okuma yapabildiğim saatler henüz kimsenin uyanık olmadığı sabah saatleri.
Nereden okuyorsun?
Basılı kitap okuyorum çoğunlukla. E-kitaba henüz alışamadım. :)
Tek bir kitap mı aynı anda birkaç kitap mı?
Kurgu dışı okuduğumda genelde elimin altında bir tane de kurgu tutuyorum dinlenebilmek için. Şimdi Vogler ile birlikte Muhteşem Bedenlerimizin Coğrafyası’nı birlikte ilerletiyorum.
Okurken ne dinliyorsun?
Okurken genelde başka bir şey yapamıyorum, o yüzden hiç dinleme listelerim olmadı. Sanırım aynı anda iki farklı şeye odaklanmak zor geliyor. :)
DUVARDAKİ BARDAK
TÜBİTAK'ın Sosyal Bilimler Ansiklopedisi çevrimiçi yayınlanmış. Tık tık.
Kadın Eserleri Kütüphanesi sempozyum kitapları da çevrimiçi. Tık tık.
Kolektif Kitap'ın yüzde 50 yılbaşı indirimini kaçırmayın. Tık tık.
Mor ve Ötesi'nin tarihi İnönü Stadı konseri film oldu. Tamiri Mümkün 13 Ocak'ta vizyonda. Tık tık.
Pera Müzesi'nde Zamane İstanbulluları sergisi açıldı. Sergi 30 Nisan 2023'e kadar gezilebilir. Tık tık.
KONU KOMŞU
Burcu Aktaş, geçtiğimiz hafta kaybettiğimiz Aydın Ilgaz'ı yazdı. Tık tık.
Zapt edilmiş bir hakkı ödemeye çalışmaktı Aydın Ilgaz’ınki. Rıfat Ilgaz’ın edebiyatının siyasi tarihin gölgesinde kalmasına izin vermemekti. Ağacını kendi dikip o ağacın gölgesinde babasına nefes aldırmaktı. Elbette, insanca yaşamı temsil eden tüm değerleri de edebiyatla yaşatacaktı o ağacın gölgesinde. Çınar Yayınları 1983 yılında bu niyetle kuruldu.
Mehmet Şafak Sarı, "Karşı kıyı ve esaret" yazısıyla pek çoğumuzun bilmediği bir süreci yaşayan Akın Olgun'a ve Yunanistan'a değindi. Tık tık.
Evrim Kepenek yazdı, "İranlı kadınları anlatan bir oyun: Mutsuzluktan beraber geçeriz." Tık tık.
Kültür Servisi, Doç. Dr. Süreyya Karacabey'le Türkiye'de sanat eğitimi üzerine konuştu. Tık tık.
Ebru Uzpeder yazdı: "Yoksulluk çocukların eğitim hakkını çaldı." Tık tık.
İsmail Afacan, "Kültür sanatta kaybedişin itirafı: 2022" başlıklı yazısıyla geçtiğimiz yılı hatırlattı. Tık tık.
Karin Karakaşlı, Ocean Vuong'un Gece Göğünde Çıkış Yaraları kitabı hakkında yazdı. Tık tık.
Rümeysa Ercan, Kalabalık Duası oyunu hakkında yazdı. Tık tık.
Sessiz Kalma podcast serisinin bu haftaki konuğu Rosa Kadın Derneği Başkanı Adalet Kaya. Tık tık.
True Crime kaptanlarımız Olcay ve Deniz 1945'te yaşanan bir Noel katliamını anlattı. Tık tık.
Yenal Bilgici'nin ChatGPT ile imtihanı. Tık tık.
Atlas Publishing Lab'ın Yılın Kitapları dosyası yayınlandı. Bu dosya için, çevirmenler ve editörler, 2022’de çalıştıkları metinler arasında onları en çok etkileyen, doyuran, heyecanlandıran ya da mutlu edenleri anlattılar. 1. Kısım / 2. Kısım
BONUS
“Depresyon toplumsal ölçekte bir krizdir”
Vesaire.org'tan Özge İpek Esen'in röportajı. Tık tık.
Depresyonun toplumsal nedenlerine odaklanan Kaybolan Bağlar kitabıyla kişisel bir hikâyeyi büyük bir projeye dönüştüren Johann Hari, depresyonun yalnızca biyolojik ve kimyasal bir süreç olmadığını, toplumsal birtakım faktörlerle olan bağını pek çok bilimsel araştırmaya dayanarak ortaya çıkarıyor. Son dönem yoksul intiharlarının artışını da değerlendiren yazar, bireyler arasındaki bağları güçlendirerek ve kitlesel dayanışma yollarıyla insanlara ulaşmamız gerektiğini belirtiyor. Hari sorularımızı yanıtladı.
Hayatımda hep iki sorun benim için gizemini korumuştu. Birincisi: Batı’da depresyon ve anksiyetenin gittikçe artması. İkincisi de 13 yıl boyunca en yüksek dozda antidepresan almama rağmen depresyonumun geçmemesi. Bu soruların cevabını bulmak için 40 bin millik bir yolculuğa çıktım. Saygın biliminsanlarının araştırmaları sonucunda depresyona neden olan dokuz faktör olduğunu öğrendim. Bunlardan yalnızca ikisi biyolojik kökenliydi. Bu faktörlerin çoğu yaşam biçimimizle alakalıdır. Her insanın birtakım doğal ihtiyaçları vardır. Yeme, içme, barınma, su, temiz hava… Bunlara ulaşamazsanız çok kötü bir duruma düşersiniz. Ama aynı şekilde her insanın eşit biçimde psikolojik ihtiyaçları da vardır. Aitlik hissi, hayatınızın bir anlamı ve amacı olduğu hissi… Yaşadığımız kültür, psikolojik ihtiyaçlarımızı karşılayamıyor. Kitapta genelde bu soruyu soruyorum. Bu psikolojik ihtiyaçlar nelerdir ve bu ihtiyaçları karşılamak için nasıl bir kültür inşa edebiliriz? Pandemi deneyimi bize aslında neye ihtiyacımız olduğunu gösterdi. Bu durumdan bir şeyler öğrenmeli ve bu kriz sonrasında psikolojik ihtiyaçlarımızı karşılayan bir kültür inşa etmeliyiz.
İLETİŞİM
Okur Bülteni bir Adalet Çavdar, Burcu Arman ve Merve Akıncı Almazgevezeliğidir.
İletişim: okurbulteni@gmail.com
Geyik yapmamızı istediğiniz konuları ya da gıybetini yapmamızı istediğiniz kitapları bize yazabilirsiniz.