Okur Bülteni - 39
Soruları deli gibi sakladık son dakikaya kadar. İstediğimiz, kendini tam anlamıyla ortaya koyabilmesiydi. Cevaplar ortada, takdir sizin. :) O tanıyan herkesin Ado'su, Okur Bülteni'nin kurucu anası, gece yarısı kahkahalarımız ve sesini yırtarcasına söylediği şarkıların âşığı. Bunları yazdığımıza yeterince kızacak, iyisi mi siz onu dinleyin...
Seni anlattığını düşündüğün, kendini bulduğun bir kitap/bir şarkı/bir film?
E yani bu ne kadar saçma bir soru. Elbette Tom Robbins’in Ağaçkakan’ı, sonuçta ben de bir kızıl saçlıyım ve genelde intihar bombacısı kılıklı adamlara âşık olma huyum var. Ha bir de aşık olunca gerçekten çığırtkan olurum, bir de elbette “mutlu bir çocukluk için asla geç değildir.”
Bir şarkı seçeceksem elbette Sezen Aksu ve elbette bana bence evden kaçmayı fısıldayan şarkısı, “bu kızı yeniden büyütmeliyim, kor ateşlerde yürütmeliyim, farkındayım”, hele o “ne gemiler yaktım” diye bağırdığı an var ya. Yaktık be ablam, gemileri değil, tersaneyi yaktık, sayende evden de kaçtık. Eyvallah!
Bir film ise hazır yılbaşı geliyorken ve üçlemeyi kesinlikle tekrar seyredeceğim için Bridget Jones’un Günlüğü. Tabii ki kendisi kadar şanslı olmadım ama kendisi kadar şapşal olduğum kesin ahaha! İtfaiye direğinden kaymaya çalışsam ben de öyle görünürdüm ya da işte neredeyse aynı şekilde giyinmeyi beceremiyoruz ve elbette penye babaanne iç çamaşırlarından göbeğe kadar olanlar en sevdiklerim!
Sevdiğin, sarıldığın, kokladığın her şeyi gönlünce paylaşabilecek eyvallahsız bir alan bulduğun için mutlu musun? Hem, OKB’nin neden eyvallahı yok?
Ahaha benim gündelik hayatta da eyvallahım yok ayol, olsa böyle mi olurdum? Şimdiye kadar bir yayınevinde sekiz aydan daha uzun çalışmışlığım görülmüş şey mi? Koridorlarda, “Benim adım Adalet ulan,” diye bağırarak istifa eden kaç insan vardır ki? Galiba adım Adalet olduğu için pek eyvallahım yok. (Buradan Almanya’da yaşayan canım ablama teşekkürlerimi ve selamlarımı iletiyorum.)
OKB’nin neden eyvallahı yok, çünkü yok. Aslında bu kadar basit, hem neden eyvallahı olsun ki? Yıllarca geçinmek için dediğimiz onlarca eyvallah sonucunda sahip olduğumuz hastalıklar yüzünden yok. Sektörün ikiyüzlülüğü yüzünden yok. Dünyanın çok matah bir şey olmaması yüzünden yok. Daha sayayım mı?
OKB eyvallahsız çünkü ne benim, ne Burcu’nun ne de Merve’nin bir şeye daha eyvallah diyecek takati kalmadı! Yok artık, burada da mı eyvallah diyeceğiz, daha neler ayol! Zaten birbirimize de pek eyvallah demiyoruz. Şükürler olsun.😊
OKB’nin eyvallahsız olmasını da, yakınlarımızdan birinin canını sıkan birini ya da yayınevini içeriğine dahil etmemeyi de seviyorum. OKB gibi bir çocuğum/uz olduğu için gerçekten mutluyum. Hem üç tane anası var, hem de maşallah ne versen alıyor, akıllı evladım benim.
OKB’de en sevdiğin ve en sevmediğin şey ne? Dökül bakalım.
Valla size yalakalık yapacak halim yok, en sevdiğim şey OKB’yi beraber yapmak. Her pazar-pazartesi tutuşa tutuşa masaya oturma halimiz. Burcu’yla aramıza giren mesafeyi OKB aşıyor, Merve'yle yaptığımız sohbetlerde OKB şakaya dönüyor, kahkaha attırıyor.
En sevdiğim şey konuklara yemek masasını sormak. Kimisi eyhh deyip geçiştiriyor ama çok iyi masalar kuruldu, vallahi insanın canı çekiyor! Kimi masaların romana dönmesini çok isterdim. Elbette hep beraber geyik yapmayı da çok seviyorum. Zaten bütün gün başka ne yapıyoruz ki! Aslında her şeyi geyik yapmak için kurmamış mıydık?
En sevmediğim şey; uzaktan birini konuk aldığımız zaman değil ama yakın gördüğümüz insanları konuk aldığımızda tırı vırı cevap vermelerine gerçekten uyuz oluyorum. Yani, "Canım cevaplamak istemiyor," dese anlarım. "Tamam," der kapatırım. Buranın samimiyetine ket vuran yanıtlar gerçekten canımı sıkıyor. Ha bi de Instagram'da attığımız her postu birbirine mesaj atıp yazışan insanları bulmak isterdim. De kardeşim, yüzümüze de!
Editörsün diye mutlusun sanıyorlar. Ne dersin?
“Eller kadir kıymet bilmiyor anne, senin kadar kimse sevmiyor anne.” Gerçi anamın da sevdiği pek söylenemez ya. Editörlük kerizliktir. Hele benim yaptığım şekli. Bir başkasıyla yazmak istediği şeyi aynı oranda öğrenip, onunla beraber araştırıp, ondan daha fazla çalışıp ortaya bir kitap koyarsın. İçinde editör olarak adın yazar. Sonra bir kuru teşekkür bile çok görülür. Her yerde anlatılır: Bu kitabı öyle yazdım, böyle yazdım. He canım he! Sensin bitanem, sensin canım benim!
Sonra biri gelir der ki, "Dosyamı bir okur musun?" Dersin ki, "Bak kardeş, bu işler öyle beleş değil", "Amaaan," der, "sen de ne paracı çıktın." Öbürü çıkar der, "Bu kadar işi nasıl yetiştiriyorsun, kesin kandırıkçısın." Sanki kendi kolay geçiniyormuş gibi, senin çorbam kaynasın diye yaptığın işleri hafife alır, nedenini de asla anlamazsın. Tavuğuna kışt mı dedim, ensene vurdum ekmeğini mi aldım kardeşim, sen hayırdır?
Sektörde herkes çok bilir, herkes ustadır, herkes övülesidir. Ben yaptığım işleri genelde basite almayı severim, küçümsemeyi değil. Sonuçta atomu parçalamıyoruz, iklim krizine çare bulmadık; okuyup yazıyoruz, ne abarttınız arkadaş ya. Tamam, en birinci sizsiniz; biz gerekirse tekrar on yıl öncesine döner, garsonluk yapar, yine geçiniriz. İş bu iş, o kadar, başka bir şey değil.
Editör olmanın en güzel yanı bir kitabı böyle kalabalık bir rakı sofrası kurarcasına keyifle hazırlamak. Sonra oturursun, şen kahkahalar ve biraz gözyaşıyla o kitabın masada elden ele dolaşmasını seyredersin. Editörlük en çok senin nereden nereye geldiğini bilen dostlarının seninle duydukları gurur. Editörsen eğer sürekli kendini eksik hissetmeye de mahkûmsun amma velakin işte o şahane dostlar hep der ki: “Elinden geleni yaptın, deli misin nesin, otur rakını iç.”
Varsa, seni hâlâ tanımayanlar için bize Adalet olmayı anlatsana. Mesela Türk dizisi dinlemeyi neden seviyorsun? Evet, dinlemeyi. Dinlemeyi en sevdiğin Türk dizisi hangisi?
Arkadaş ben ne anlatayım, beni tanımayan kendi derdine yansın. 😊 Yeni başlayanlar için Adalet: Birincisi, çok küfreder. Yavaş konuşan, yavaş hareket eden insanlara asla tahammül edemez. Titizdir, hastalık derecesinde, temizlik yapmak en sevdiği şeydir, bir de evde mobilyaların yerini değiştirmek. Dağınık ya da kirli bir yerde oturamaz. Yanında sakız çiğnenmesine, çekirdek çitlenmesine, ağız şapırtısına ve ter kokusuna asla tahammül edemez. Lafını sakınmaz, dara gelmez, sevdiği insanları çok sever, birinden nefret etmeyegörsün sittin sene sevmez.
Çocukken büyüdüğüm sobalı evde dersler hep televizyon karşısında çalışılırdı. O yüzden ben müzikle de sessizlikte de asla çalışamam. Bana insan sesi olması lazım. Kafam kalabalıkta odaklanabiliyor. Sessizlik ya da müzikle kafamın içindeki sesle mücadele edemiyorum. Dizi dinleme meselesi de işte buradan geliyor. Ben sabah uyanıp gece uyuyana kadar bilgisayarın arka planında sürekli konuşan birileri oluyor. Sessizlikte yaşamamaktan daha çok sessizlikte harekette edemiyorum. Kitap okurken ve hatta uyurken bile arkada birilerinin konuşması lazım.
Şu hayatta en sevdiğim dizi kesinlikle Yeditepe İstanbul ama onu battaniye altında ağlayarak izlemeyi seviyorum. Dinlemeyi en sevdiklerim arasında ise Sıcak Saatler var çünkü Mehmet Aslantuğ’un ses tonu ve ben. Of Allah yarabbi! Ama aslında bakarsanız ne kadar uzun dizi o kadar iyi, misal şu an dinlediğim dizi bitti, ne dinleyeceğim ben diye aranıyorum. Bir de öyle kalitesiz dizi dinleyemem, hani içerik bir yerde saracak yoksa olmaz.
Oldu mu, yetti mi bacımlar? Mutlu musunuz?
Başınız sıkışınca ararsınız oradır, kahkaha atmak için oradadır, sevmeyi çok sever, bıdır bıdır konuşur: Karşınızda Ismahan Simge Sarı.
Kitaplar, kitap okumak artık dinlenmek için kaçtığım bir alan, bana ait bir dünya olmaya başladı. Hep böyle değildi elbette. Çocukken kitap okumayı hiç sevmezdim, hatırladığım kadarıyla lisede başladım severek okumaya. Bunun en büyük sebebi bence eğitim sistemi tarafından dayatılan “herkes tarafından okunması gereken” klasiklerdi. Evet, bence de klasiklerin okunması gerek ama zamanı herkes için aynı değil. Çocukları, gençleri okumaktan soğutabiliyor. Neyse ki Harry Potter kitapları başka dünyalar gösterdi de kurmacalarda kendime yeni bir sayfa aralayabildim.
Ne okuyorsun?
Aslında ne bulsam okuyorum. Fantastik, bilim kurgu, polisiye öykü ya da araştırma-inceleme fark etmiyor, ilgimi çekmesi yeterli. Bazı kitapları elimden hiç bırakmadan okuyorum, bazı kitaplar deyim yerindeyse aylarca elimde sakız gibi sünüyor, bitmek bilmiyor. Son zamanlarda araştırma-inceleme ya da söyleşi kitaplarına eğildim. En son Gökhan Yücel’in Olmayan Şeyler kitabını bitirdim. Kitaptan, Yücel’in tweet serisi ile haberdar olmuştum; kısa ve aslında herkesin aklına gelebilecek öykülerden oluşuyor. Bazı hikâyelerde çok güldüm. Günlük koşuşturmaca içerisinde minik molalar vermek için ideal bir kitap.
Ne zaman okuyorsun?
Ankara’da lise ve üniversitede okurken sabah akşam yarımşar saatten rutin bir otobüs yolculuğum vardı ve bu bana kitap okumak için gereken zamanı veriyordu. İstanbul’da otobüs yolculuklarım kısa mesafe ya da aktarmalı olduğu için aynı alışkanlığı sürdüremedim. Gün içerisinde hiç değilse kısa bir öykü okumaya çalışıyorum. Zamanı fark etmiyor, sadece okumak özellikle kurmaca bir metinse beni sakinleştiriyor, daha derli toplu düşünmemi sağlıyor. Bu uzun bir süredir fark ettiğim bir şeydi; Beliz Hoca'nın, Tersine Mühendislik: Yazmak için Okumak atölyesindeyse tam anlamıyla nedenlerini de görmüş oldum. Kısaca, ne zaman ihtiyaç duyarsam okuyorum, özellikle akşamları dükkanı kapatırken Z raporu almak gibi oluyor.
Nereden okuyorsun?
Genellikle basılı kitap tercih ediyorum, üzerini çizmeyi, kenarına notlar almayı seviyorum. Son zamanlarda kitap boyutunda incecik bir tabletim var, kalın kitaplarımı yanımda taşımaya üşeniyorsam oradan okumaya devam ediyorum. Bazen laptop ve telefondan okumak da işime geliyor.
Tek bir kitap mı aynı anda birkaç kitap mı?
Eskiden asla bir kitabı bitirmeden diğerine geçemezdim. Birkaç senedir birden çok kitap okuyabiliyorum. Şu anda Terry Eaglaton’ın Marx Neden Haklıydı? ve Ayfer Tunç’un daha önce üniversitede gündelik yaşam ve popüler kültür dersinde parça parça okuduğum Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek kitabına devam ediyorum. Bir yandan da Yuval Noah Harari’nin Durdurulamayan İnsanlık kitabıyla bakışıyoruz. Sanırım ona da başlayacağım. :)
Okurken ne dinliyorsun?
Genellikle sözsüz müzikleri (klasik, jazz, blues hatta doğa seslerini) tercih ediyorum. Son zamanlarda Youtube’daki bu liste epey iyi geliyor. Spotify’daki Brain Food listesi de yine favorilerimden. Bazı kitaplar ise beni bambaşka dinleme rotasına sokabiliyor. Yakın zamanda okuduğum Sedat Anar’ın Sokağın Sesleri kitabı beni Alatav’dan Siya Siyabend’e, Koptu Kervan’dan Masala’ya, zaten severek dinlediğim gruplarda, bambaşka bir müzik yolculuğuna çıkardı. Kulağımın aşina olduğu seslerin hikâyesini okumak, okurken yeniden dinlemek iyi geldi. Yine bir başka Sedat Anar kitabı olan Hayatın Dışında Uğultular kitabında Hüseyin Albayrak’la yaptığı sohbet o kadar keyifliydi ki Şah Hatayi Deyişleri albümünü dinlemeden sohbeti kendim için kapatamadım. Ayrıca Tülay German, Selva Erdener ve Jülide Özçelik ise her zaman dinleyebileceğim, ne yapsam daha iyi yapmamı sağlayan sesler.
Listen to Şah Hatayi Deyişleri on Spotify. Ali Rıza Albayrak · Album · 2004 · 11 songs.
GEYİK EDEBİYATI
İmzada bir yazar yalnızlığı…
Kitap yazmak dışardan ne kadar romantik görünürse görünsün son derece kişisel bir savaştır. Konuyu bulmak, kurguyu oturtmak, geceler boyunca karakterlerle karşılıklı kahve içmek, onlar gibi konuşmak, onlardan biri olmak, tüm bunları yaparken çok büyük ihtimalle geçinmeye çalışmak, ev ve çocukla ilgilenmek… Kimsenin sizden böyle bir talebi yoktur ama içinizden bir ses “yaz” demiştir. Ve tek doğrunuz olan o sesi takip etmenin ne kadar zor olduğunu kimse size söylemez. Sevgili Chelsea Banning ilk imza gününe yaklaşırken eminim heyecandan uyuyamıyordu. Orada bulunmaya söz vermiş kırk kişinin varlığıyla rahatladığına da eminim.
Çünkü çoğu yazarın ilk travmasını henüz yaşamamıştı: İmzada yalnız kalmak.
Ne yani, o onca savaş verirken etrafında buna şahit olanlar yok muydu? Her zaman yanında olduğu dostları? Yazarken ne “çileler” çektiğini bilen komşuları? Elbette yanında olacaklardı. Üstelik bir de okurları vardı tabii ki!
Hadi itiraf edelim, imza meselesi yazarın gururudur biraz da. Kim ister bunun kırılmasını? Hele ki ilk kitapta… Ama asıl ilk kitapta kırılır o. Şunu unutmayalım: Kimse okunmak istemediği halde kitap yazmaz. Bu da okur, çokça okur, belki bir kısım hayran edinmeyi beklemektir. En azından söylediklerini anlayacak, hikâyelerinde kendini bulacak insanların varlığından güç almak… O yüzden eğer şanslı azınlık değilseniz ilk kitap genelde ilk çelmedir. İmzaya akrabalarınız ve dostlarınız gelir. Şanslıysanız birkaç okur Instagram’da sizi görmüştür. Bu yüzdendir imza fotoğraflarında yalnızca yazar ve imzalayanı görürsünüz çoğunlukla. Zira tahmin ettiğiniz gibi insanlar sıra olmaz kolay kolay.
Hâlâ ilk kitaptan ve ilk imzadan bahsediyorum elbette. Neyse, Banning’e geri dönersek, kalbi kırılan yazarımız gece sonradan sileceğini bildiği bir tweet atmış. İmza gününe sadece iki kişinin geldiğini (ama kız haklı, el insaf, iki ne!), kalan otuz küsur insanın gelmemesinin kalbini kırdığını ve hatta onu utandırdığını yazmış. Ve olan olmuş! Bundan sonrası bir kısım mutluluk ("Ulan ben neden düşünmedim!" hali hatta.)
Neil Gaiman, Terry Pratchett’la yazdıkları Good Omens kitabının imzasına bir Allah'ın kulunun gelmediğini paylaşıp, “Bizdensin,” demiş (Neil, "Bizdensin," demiş, of!). Empati kraliçemiz Jodi Picoult, ilk imzasında yanına gelen tek kişinin tuvaleti sorduğunu yazmış. Margaret Atwood kollarını kocaman açarak, “Kulübe hoş geldin,” demiş; onun da ilk imza hikâyesi Picoult gibi, yardım isteyen bir kişi. Stephen King’in şansına, Nazi kitaplarının yerini soran bir çocuk çıkmış.
İster istemez, bu olay bizde olsa nasıl gelişirdi, diye düşündüm. Evet, bizde genelde kitabevleri garantili yazarlarına imza günü yapar. Geçtiğimiz haftalarda olduğu gibi kalabalıklardan yararlanacak fuarlar bu iş için biçilmiş kaftan. Benim ilk ve tek imzam da fuar zamanı olmuştu. Hatırlıyorum yerimde oturamadığımı. Çünkü önümde sıralar yoktu ama arkadaşlarım ve ailem yanımdaydı (sizi seviyorum). O yalnız bırakılmama hissi çok güzeldir ama insan ister istemez hiç tanımadıklarına imza vermek ister (Instagram’dan takip edip gelen üç kişim vardı, hepsinin yeri ayrıdır hâlâ). Sonra birden biri yanaşmıştı gülümseyerek, "Aha," dedim, "bana geliyor." Kitap çıkalı da üç gün olmuş bu arada. Yani romantiklikten öleceğim. Fakat kadın gerçekten yanıma geliyordu. Tam karşımda durdu, “Sizi tanımıyorum, kitabınızı da okumadım ama tişörtünüzle kitabınızın kapağının uyumuna bayıldım,” dedi. Ama imzayı da almayı ihmal etmedi. Okumuş mudur diye merak ederim hep.
Şimdi soruyu tekrarlayayım: Bu tweet bizden biri tarafından atılsaydı neler olurdu? Kaç yazar böyle içten destek vererek kendi kitabının konuksuz imza gününü anlatırdı bilmiyorum. Daha çok gizliden gizliye “hıshıshıs” efektli mesajlaşmalar dönerdi gibi geliyor. Oysa geriye dönüp baktığımda basit bir hesapla ben de üç kitap imzalamıştım hahaha.
Demem o ki, eğer şu an ilk kitabınızı yazıyorsanız bilin ki yalnızsınız. Eğer çok yakın bir arkadaşınız ilk kitabını yazıyorsa bilin ki çok yalnız. O kıymetli popolarınızı kaldırıp bir zahmet desteğe gitseniz hiç fena olmaz yani…
Yazan: Burcu Arman
On bir ayın sultanı Tüyap'ın ardından
On bir ayın sultanı Tüyap Kitap Fuarı geldi de geçti bile. Bir yandan pandemi ve ülke ekonomisinin aşırı şahlanması nedeniyle neler olduğunu çok merak ettik, diğer yandan da insanlık suçu olduğunu düşündüğümüz bir mesafeye ve kalabalığa karışmak istemedik. Ama bir şekilde yolumuz düştü. Merhaba, ben beybireyinin imzası olmasa Tüyap’ın adını bile anmayacak olan Mermiş.
Geçmiş fuarlardan fuarın son gününün hayli zor ve ölümcül olduğunu hatırladığım için o gün orada olma fikri beni ziyadesiyle gerdi. Yanlış hatırlamıyorsam, 2019 fuarında kapıya 1-1.5 saatlik bir bekleme süresi sonunda, parmaklıkları kesip otoyoldan geçmeye çalışan halk akınına katılmıştım. (Evet, çok utanıyorum.) Haliyle kendimi yeni bir Survivor parkuruna hazırlamıştım ki işler hayli değişmiş. Fuara gerek çalışan gerek okur olarak bilfiil gittiğim yaklaşık 10 yılın ardından ilk kez gayet rahat bir metrobüsle, fuar kapısına kadar elimi kolumu sallayarak, kalabalıkları yarmaya uğraşmadan, giriş kapısında da sıra beklemeden ve görmek istediğim stant ya da kişilere aheste aheste, insan yığınına çarpmadan ulaştım. İ-NA-NIL-MAZ! Keyif alacağımı düşünürdüm ama öyle olmadı.
Bütün bir hafta orada olan insanların hikâyelerinden, izlenimlerinden fuarın eskisi kadar yoğun geçmediğini fark etmişsinizdir zaten. Metrekare fiyatlarının uçması nedeniyle katılamayan ve okurlarına duyurular yapan yayıncıları takip ettik. Fuar alanında yiyecek içecek fiyatlarının da çok pahalı olması zaten her fuarın gündemi. Tabii etkinlik ve imzaların çoğunu hasbelkader duymamız ve genel tanıtımın yetersiz olmasının da etkisi vardır sanıyorum. Buna bir de alım gücünün düşmesini ekleyince…
Fuarda pek çok yayıncı, editör arkadaşımla görüştüm. Genel anlamda herkes fuara dönmekten -evet, her şeye rağmen- memnundu. Okurlar da yayıncılar da özlemiş fuarı, bir arada olmayı. Yurt dışı yayıncılarla önemli ve şahane görüşmeler yapıldığını da duyduk. Gerçi ufak tefek aksaklıklar yaşanmış ama Tüyap’ın şanındandır diyelim. Kitap fiyatlarının her geçen gün arttığı bir zamanda fuar eskisi gibi can suyu da olamamış ne yazık ki, genel olarak yüzde 30 civarı indirim vardı. Yine de akılda kalanlar kitaplar alındı, yeni kitaplarla ve yazarlarla tanışıldı. Hakkını verelim istedik gitmişken.
Katılımcı arkadaşlarımdan aldığım genel görüş, “Bir 2019 fuarı değil tabii,” oldu ama sanıyorum kimsenin beklentisi de tam olarak bu değildi. Yayıncıların bir araya gelip özlem giderdiği, gıybetlerin ve haberlerin su olup aktığı bir ortam bulmak her zaman nasip olmuyor; bu tarz büyük organizasyonlar da pek bulunmuyor ülkemizde tabii; haliyle, tadını çıkardık, yalan yok.
Velhasıl, iyisiyle kötüsüyle bir Tüyap daha bitti. Önümüzdeki sene kimler olacak, daha kimler adaya veda etme kararı verecek, hangi stantlar eklenecek ya da eksilecek, okur kitlesi nasıl bir duruş sergileyecek göreceğiz.
Yazan: Merve Akıncı Almaz
Her bahar imrenerek baktığımız kulübesinde dur durak bilmeden çalışan, iç dökmeleriyle içimize, "Gönül gel seninle muhabbet edelim," dedirten çevirmen, yazar ve kendi tabiriyle de "aklıma estikçe de bir şeyler karalamacı" Elif Nihan Akbaş, namı diğer ENA, çevirmenlik macerasını anlattı.
Ne zaman başladı bu macera ve hangi kitapla?
Öğrencilik yıllarında ek gelir için bir yayınevinde yarı zamanlı çalışan bir arkadaşımdan gelen telefonla başladı her şey. "Bir dene," dedi, "Olur," dedim, oldu galiba. Ya da oluşum aşamasında hâlâ. Çok uzun isimli bir satış pazarlama ve ikna taktikleri kitabıydı: Selling Yourself to Others.
En son ne çevirdin? Masanda yeni ne var?
En son teslim ettiğim çeviri Tahereh Mafi’nin An Emotion of Great Delight adlı gençlik kitabı oldu. Masamda birkaç iş birden var şu an. Yayınevleri açıklamadığı için isimlerini vermeyeyim ama biri bir polisiye-gerilim serisinin dördüncü ve son kitabı, biri mitolojik bir anlatı. Bir de bir Türk yazarın kitabını İngilizceye çevirmek için cebelleşiyorum.
Bugün gelse elimdeki bütün işleri bırakıp onu çeviririm dediğin bir yazar var mı?
Var olmasına var ama işleri çok kenara bırakamıyorum. Tabağımı ve işlerimi yarım bırakmak öyle bir iç sıkıntısı veriyor ki bana çok sevdiğim yazarı çalışmanın hazzını bile boğabiliyor. Aklıma ilk olarak iki isim geldi, ilki Taylor Jenkins Reid. Ki kitabı da geldi ama sırasını bekliyor. Diğeri de İsveççe bilmesem de Frederick Backman.
Peki okur olarak bir çeviriye "iyi" demek için hangi şartları ararsın? Mesleki deformasyon var mı okumanı engelleyen?
Bir metinle okur olarak muhatap olurken nadiren, bana garip gelen bir yer varsa ya da bir ifadeyi çok beğendiysem yazarın kendi dilinde bunu nasıl ifade ettiğini merak ettiğimden orijinal metni alıyorum elime. Dolayısıyla Türkçesinin akıcılığı, kelime çeşitliliği, okurken dilimde bir lezzet bırakması gibi noktalar etkiliyor beni. Ama belki de bana çok leziz gelen o metne çalışırken editör orijinal metin ile Türkçesi arasında milyon tane tutarsızlık yakalamıştır. Bu konuda bir bilgim olmadığından, “Çevirisi çok iyiydi,” demek yerine, “Türkçesi güzeldi,” demeyi tercih ediyorum. Mesleki deformasyona gelirsek, olmaz mı, elbette var. Üstelik hem çevirmen hem de editör olarak var. Gerçi edebiyatçı bir babanın çocuğu olarak kendimi bildim bileli kitap okurken hep, “Aslında bu cümlede şöyle değil de böyle de denebilirmiş,” diyordum, sonunda "şöyle değil de böyle" diyebildiğim, üzerine de para verdikleri bir yaşamım oldu, şükür.
Rutinin, alışkanlıkların, totemlerin var mı? Örneğin yanında ne olmazsa asla çeviremezsin?
Öyle çok olmazsa olmaz, asla değişmemeli rutinlerim yok aslında. Belli dönemlerde, şartlara göre değişen rutinlerim oluyor elbette. Yazın bağda bahçede olduğumda farklı bir düzenim oluyor, kışın İstanbul’dayken başka bir düzen. Ama genel olarak çökecek bir alan bulduğum her yerde çeviririm. Yanımda sıcak bir içecek, tercihen de çay olsun yeter.
Çevirmenlik delilik diyorlar, doğruluk payı var mı sence? Öyleyse de devam etme gücünü veren ne?
İnsanın keyif almadığı bir işi yapması kadar büyük bir delilik değil bence. Kendi içinde her şey bir parça delilik yoksa. Yalnızca çevirmenlik için değil, herhangi bir delilik için devam etme gücü veren, o işi yaparken ya da sonucunda duyduğumuz keyif herhalde. Kendi adıma ben bu işin hemen her sürecinden keyif alıyorum. Nihai sonucu elime aldığımda tüm o delilikler tebessümle bakılan bir fotoğraf albümüne dönüşüyor.
Okurun çevirmen konusunda bilinçlendiğini düşünenlerden misin tam tersi mi?
Okur dediğimiz homojen bir kitle değil nihayetinde. O nedenle çevirmenin yahut editörün emeği konusundaki bilinç de homojen değil. Son zamanlarda artmış gibi görünen bir bilinç varsa da bu sanırım biraz da her anlamda görünürlük alanlarının artmasından dolayı. Çevirmenlerin çalışmalarını sosyal medya üzerinden gösterebilmesi, bilinçli okurun çevirmenle ve çeviriyle ilgili yorumlarını benzer kanallarla görünebilir kılması mümkün artık. Bu durum haliyle başka okurların da bu alanda bilinçlenmesine katkı sağlıyor gibi geliyor bana.
Metni Ece Temelkuran imzalı, Bütün Kadınların Kafası Karışıktır oyununu Kasım sonunda, Kadıköy Halk Eğitim Merkezi sahnesinde izledim. Bu sahne bir nostaljik, bir tatlı, sanki bir zaman tüneli… Annem-babam elimden tutmuş da tiyatroya gelmişiz sanki. Oyunun adı da pek çekici, lisedeyken galiba kitabı da okumuştum, içeriği hayal meyal anımsıyorum. Hatta aforizma var aklımda: "bu yüzden işte, öykü de, yazmak da, 'için' değil 'yüzünden'..." Hah, bir de oyun öncesi, o kalın kadife, kırmızı perdeler açılana dek koca salonu dolduran canım Müzeyyen Senar’ın sesi… Yani bu oyunu izlemek için tam kıvamındaydım. Maalesef oyun bitiminde aynı keyifli hali koruyabildiğimi söyleyemeyeceğim.
Evet, oyunu izleyeli birkaç hafta oldu. Kafamda evirip çevirdim ki meramımı düzgün anlatayım. Zira oyundan bana bir kırıklık, bir kekremsilik, benim lügatimde "mıh!" ruh hali diye andığım hoşnutsuzluk kaldı yadigâr.
Yine son diyeceğimi başta söyleyeyim, bence çayın biraz dem alması lazım.
Tiyatro çok temaslı bir etkileşimle tam anlamına erişiyor benim deneyimimde. İki zeminin birbirine geçmesi deneyimi... Sahne ve amfi... Tam o anda vuku bulan, gerçek, birçok duyuyla bir arada duyumsanan; izleyenin sahneye, oyuncunun amfiye temas ettiği bir deneyim. Bir tarafında metin-oyuncu-reji ile bütünlüklü bir "hitap eden" olarak sahne; diğer tarafında izleyen-kültürel/yaşamsal birikimiyle yorumlayan-hissiyatıyla bütünleyen bir "hitap edilen" olarak amfi. Sanki görünmez bir örümcek ağının karşılıklı iki cephesinde tutulup kalan iki varlık o oyun akarken birbirine doğru çekiliyor, bir tür iç içe geçme gerçekleşiyor.
Metaforlarca anlattım, umarım kastımı ifade edebilmişimdir.
Benim bu oyundaki deneyimimde, işte bu iki zemin arasında yeterli çekim oluşmadı, bir diyalog kurulamadı. Sahnedekiler çok oyuncuydu, oyuncular karakterleşemedi, karakterler kanlı canlı hayat bulamadı, hareketler doğallaşamadı; hikâye, oyun metni olmaktan çıkıp sahneye oturamadı, izleyenin zihninde yankılanamadı. Bence. Dil sürçmeleri, gergin vücut dili, tekdüzelik ya da düzlük benim amfiden sahneye karışmama set çekti. "Dalgalanıp da durulamadım" anlayacağınız – oysa Müzeyyen Abla'nın sesiyle ne de hazırdım.
Yeni bir ekip metni yeniden yorumluyor. Metin biraz fazlaca kalıp söylemlerle örülü. Belki biraz sahnenin ısınmaya, ayakların aşınmaya ihtiyacı var. Belki böylece, anda şekillenecek o diyalog, o paylaşım kurulacak. Belki "zaman sadece birazcık zaman" gerekiyor.
Bence. Bilemedim.
Yazan: Çiğdem Mezguaşe
DUMANI ÜSTÜNDE
Kolektif Kitap çağımızın vebası "çalışma" üzerine bir kitap yayımladı: Çalışma & Taş Devrinden Robot Çağına Zamanımızı Nasıl Harcadığımızın Tarihi. İster tam zamanlı ister dönemsel, ister ofisten ister ister evden çalışalım, hepimizin uğruna derbeder olduğu bu çalışma nedir, kim olduğumuzu neden ve nasıl belirler, çalışmak ne ara kendimizi tanımlayıp değerimizi gösteren bir şeye dönüştü merak ediyorsanız kaçırmayın. Çevirmeni Selma Uzun.
Çiçeği burnunda yayıncı Livera yine dikkat çeken bir kitap yayımladı, yine bizi heyecanlandırdı: Susan Çocuk. Marie-Claude Akiba-Egry’nin kaleme aldığı kitap 1962 yılında geçiyor. Nereye gömüldüğü bilinmeyen bir baba, eşinin naaşına ulaşmaya çalışan bir anne, babasız büyüyen ve parça parça hatıralarının peşinde kendini yaratmaya çalışan bir kız çocuğu… Hayli etkileyici bir hikâye okuyacak gibiyiz. Kitabın çevirmeni Şirin Erkan Leitao.
Günümüz insanının vazgeçilmez kaçış noktalarından olan meditasyon meraklılarına müjde: Bora Ercan’ın Meditasyonun Temelleri kitabı Kolektif Kitap’tan çıktı. Meditasyon nedir, bilimsel yöntemlerle incelenebilir mi, kendine özgü teknikleri var mı gibi soruların izinde hem tarihsel bir inceleme hem de meditasyon pratiklerine dair kapsamlı bir çalışma. Özel çizimleri de cabası.
Hunharca hor görülüp örselenmesine rağmen asla vazgeçemediği kedilerine tutkun herkes buraya bir bakabilir mi lütfen? Domingo Kitap, John Gray’in Kedi Felsefesi: Kediler ve Hayatın Anlamı kitabını yayımladı. Bir canlının doğasına sadık olmasının iyi yaşam için önemini vurgulayan yazar, kediler üzerinden insanın ve insan hayatının anlamını, zenginliğini anlatıyor. Kaçırmayın. Çevirmeni Ayşegül Yurdaçalış.
Alfa Kitap’tan polisiye severlere yeni bir seri: Bir Komiser Zen Macerası. Michael Dibdin’in 11 kitaplık serisinin ilk kitabı Fare Kral, komiser Aurelio Zen’in Perugia’da kendisinin başarısız olmasını bekleyen insanlara rağmen, Miletti’yi kimin kaçırdığını çözmeye çalışıyor ve okurları da gerilim dolu bir maceraya atıyor. Kitabın çevirmeni Seda Çıngay Mellor.
Felsefeci ve bilim insanı Massimo Pigliucci’nin Bilimi Zırvalıktan Nasıl Ayırırız kitabı Ekrem Berkay Ersöz çevirisiyle Fol Kitap’tan çıktı. Kitap yüzyıllardır bir şekilde hep tartışılan bir konuya açıklık getirme vaadinde bulunuyor: Bilim yanılmaz mı? Uzmanlara güvenmeli miyiz?
DUVARDAKİ BARDAK
Bülent Eczacıbaşı'nın Kanyon D&R'da yapılacak olan imzası iptal edildi. Nedeni, haksız yere işlerinden olan 243 maden işçisinden korkmaları. Tık tık.
6 milyon oy kullanıldı ve dünyanın en büyük okur platformu Goodreads yılın romanını açıkladı. Gabrielle Zevin Yarın ve Yarın ve Yarın yılın romanı seçildi. İkinci sırada ise Jodi Picoult var. Zevin ve Picoult'nun yayıncısı April Yayıncılık'ı tebrik ediyoruz. Tık tık.
Kısa bir zaman önce kaybettiğimiz gazeteci ve edebiyatçı Ahmet Tulgar'ın adına bir kütüphane açılacak. Adalar Belediye Başkanı Erdem Gül'ün bu yönde söz verdiği belirtilirken kütüphaneye kitap bağışı için çağrı yapıldı. Tık tık.
Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu, 2018 – 2022 yılları arasında 36 kitabı muzır ilan etti. Yetkin ve şeffaf olmamakla eleştirilen, kararları yargıdan dönen kurulun yapısını ve kararlarını Kültür Meclisi inceledi. Tık tık.
İBB Kütüphane etkinlikleri artık podcast olarak yayında. Seminerler, Arşiv ve Bellek Serisi, İstanbul’un Sofrası, Edebiyatın Yeraltı Haritası, Biriktirmenin Serüveni ve daha birçok kayda Spotify hesabından ulaşabilirsiniz. Tık tık.
Annie Ernaux'un Nobel konuşması, Çağla Taşkın'ın çevirisiyle Parşömen Edebiyat'ta. Tık tık.
Öfke ve alay, hatta çiğlik aktaran bir dilin feryadı kendiliğinden geliverdi bana; küçük düşürülenlerin ve güceniklerin sıklıkla başkaları tarafından hakir görülmenin, utancın ve utanmanın utancının anısına verdikleri yegâne yanıt olarak kullandıkları bir aşırılık, baş kaldırma dili.
KONU KOMŞU
Yenal Bilgici, seyretme platformlarının bolluğundan bahsederken Clementine'ı anıyor. Biz birbirimizi seyrettiği çizgi filmlerden tanıyan çocuklarız. Tık tık.
Caner Aymaz, Başak Baysallı'nın yeni romanı Sarkaç hakkında yazdı. Tık tık.
Şenay Aydemir, Emin Alper ile gündemdeki filmi Kurak Günler'i konuştu. Alper, Kültür Bakanlığı’nın kararı hakkında, “İlk kez uzun metraj bir film için ‘parayı geri isteme’ örtük tehdidi hayata geçirildi," dedi. Tık tık.
Burcu Aktaş yazdı: "Sırtımızı yasladığımız şairlerin tanımlarının katbekat üzerine çıkmış çağ, nasıl yaşayacağız biz sende? Şair incinmiş, okur incinmiş, hayat ezip geçmiş…" Tık tık.
Ümit Alan yazdı: Sıcak Kafa’nın İzinde: Neden Distopyalara İhtiyaç Duyarız? Tık tık.
Cem Erciyes, Tüyap kitap fuarını yazdı. Tık tık.
Batuhan Sarıcan, Eduardo Galeano'nun Kucaklaşmanın Kitabı hakkında yazdı. Tık tık.
Evrim Kepenek, Jülide Kural'ın Rosa Luxemburg'u canlandırdığı yeni oyunu üzerine sohbet etti. Tık tık.
Emek Erez, Johann Hari'nin Metis Yayınları tarafından Barış Engin Aksoy çevirisiyle basılan Çalınan Dikkat: Neden Odaklanamıyoruz? kitabı hakkında yazdı. Tık tık.
Sinan Dirlik, Can Candan ile Boğaziçi Üniversitesi sürecini konuştu. Tık tık.
Gülseren Onanç yazdı: Bir Aktivistin Gözünden: Barışı İnşa Eden Kadınlar. Tık tık.
Ayşe Özlem İnci, Sanem Öge'nin Gamze Arslan’ın öykülerinden tiyatroya uyarladığı ve yönettiği, aynı zamanda oyuncularından biri olduğu Parça/Parça oyunu üzerine Gamze Arslan ve Sanem Öge ile söyleşti. Tık tık.
Aslı Perker bu hafta Bibliyoterapi'de Mehveş Evin'i ağırladı ve ikili, dünyanın sonuna dair kitapları konuştu. Tık tık.
Yeşim Özdemir'in podcast serisi Kitap-Konuk-Kahve'nin bu haftaki konuğu Elçin Poyrazlar. Tık tık.
Betül Dünder ve Asuman Susam, Kıraathane Edebiyat Evi'nde 2022'ye Son Bakış: Şiire Şaire Dair Okur Olmanın Evinden Konuşmalar yayını yaptı. Tık tık.
Açık Radyo'nun Ben Buradan Okuyorum programının konuğu Erkan Irmak, muhabbet konusu köy romanları. Tık tık.
BONUS
6 yaşında bir çocuğun evlendirilme haberini, üzerinden yıllar geçtikten sonra bunları anlatabilen bir kadının hikâyesini okuduk bu hafta. Ciğerimiz paramparça. Gökçer Tahincioğlu, Cinsel istismar suçlarının kısa tarihi ve utancı'nı yazdı. Tık tık.
Bu hayatta insanın yapabileceği en kötü eylemlerden biri, kendi iradesiyle gücüyle değil, başka bir gücü arkasına alarak konuşmak ve davranmaktır.
Bu ülkede bütün koşullara rağmen gazetecilikte ısrar edenlerin kendilerinden başka dayandıkları bir güç yok.
Sadece kalemleri, adalet duyguları ve vicdanları.
Birileri, yaratılan sistemi değil, çocukları korumaya niyetlendiğinde o gün makul bir zeminde konuşabiliriz.
Bu zemin dışında, belgeli bu tabloyla ilgili ettikleri cümlelerin zerre kıymeti yok.
İLETİŞİM
Okur Bülteni bir Adalet Çavdar, Burcu Arman ve Merve Akıncı Almazgevezeliğidir.
İletişim: okurbulteni@gmail.com
Geyik yapmamızı istediğiniz konuları ya da gıybetini yapmamızı istediğiniz kitapları bize yazabilirsiniz.