Okur Bülteni - 25
Yerinde tespitleri, lafı gediğine koyması ve popüler kültür yorumlarını yakından takip ettiğimiz, tarzına bayıldığımız efsane kadın Binnaz Saktanber konuğumuz.
Kalabalık bir ünlü sofrası kuruyoruz, yaşayan ya da aramızdan ayrılan ünlülerden beşini çağırmak da sizin hakkınız. Kimleri çağırırdınız, neden?
O zaman edebiyatla ilgili ünlülerden bir masa kuralım. En başa Oprah Winfrey otursun. Malum Winfrey’nin kitap kulübü edebiyatın en önemli seçkilerinden. Oraya kabul edilmek sonsuz ün, başarı ve çoksatanların tepesine yerleşmek demek. Yanında Sarah Jessica Parker olsun. Önce Hogarth’da kendi imprint’i vardı Parker’ın, şimdi de Zando altında “SJP Lit” isimli bir imprint kurdu. Hogarth’dayken Demirtaş’ın Seher adlı öykü kitabının İngilizce çevirisiyle fotoğraflanmıştı hatırlarsanız. Bu yeni markası için de Efsun romanını yayımlayacağı söyleniyor. Üçüncü sandalyede Keanu Reeves otursun. Onun da “X Artists’ Books” isminde ezoterik işler yayımlayan bağımsız bir yayınevi var. Onun yanında Andy Cohen olsun. Reeves’in aşırı entelektüel seçkisini biraz kıralım. Cohen’in yazdıklarını ünlüler dünyasına ait eğlenceli bir şeyler okumak isteyen herkese gözüm kapalı tavsiye edebilirim. Son sandalyeye de İdris Elba otursun çünkü onsuz bir masa olmaz olsun. Ayrıca kendisi HarperCollins ile bir çocuk kitapları anlaşması imzaladı daha yeni. Yakışır.
Peki siz ekranın edebiyattan beslenmesinden mutlu olanlardan mısınız? "Kitabı daha iyiydi" yorumu azalarak bitiyor mu?
Ekranla edebiyatın buluşmasına bayılıyorum. Ama bunu edebiyatı daha üstün bir sanat formu olarak gören bir yerden söyleyenlerden değilim. Aksine, geldiğimiz noktada bir diziye veya filme dönüşmesi hayaliyle yazılmayan güncel bir edebiyat eseri olduğunu sanmıyorum. Tam tersini de hayal ediyorum üstelik: Mesela Succession’dan uyarlanan bir roman okumak isterdim. The Godfather ama tersten, harika olmaz mıydı?
Bundan her uyarlamaya eyvallahım olduğu anlamı çıkmasın. Elçin Yahşi çok sevdiğini söylemiş mesela.😊 Ben My Brilliant Friend uyarlamasında büyük hayal kırıklığı yaşamıştım. Biri, “Kitapların Excel’e yüklenmesi gibi,” demişti, tam da öyle. Öyle kuru, öyle kutu kutu bir uyarlamaydı. İyi bir romanı okurken hayal evrenimizde öyle çok program aynı anda açılıyor ki…Power Pointler, Paintler, neler neler…O zenginliğe yetişmek çok zor. O yüzden birebir uyarlamalardan çok bir eserin ruhuna değen ama datasını bozmaya yüreği yeten işleri seviyorum diyebilirim. Mesela en son bir Pride and Prejudice uyarlaması olan Fire Island ‘ı tam da bu sebeplerle çok severek izledim.
Odağınız dünya magazini: Ulusal magazin paylaşımları yapmamanızın nedenlerinden biri sıklıkla maruz kaldığımız ayarsız linç kültürü olabilir mi? Yoksa yalnızca uzaktan uzağa daha eğlenceli diye mi?
Aslında odağım magazin değil de popüler kültür diyebilirim. Tükettiğimiz kültürün kim tarafından üretildiği, hangi kapıları açıp hangi kapıları kapadığı, hangi fikirleri dolaşımda tuttuğu ve buradan üretilen dünyanın kapladığı politik alanla ilgileniyorum. Magazin veya popüler kültür diye küçümsenen alana bana has ve hem eğlendiğim hem de ciddiye aldığım bir yerden bakıyorum. Bunu da yerli ya da yabancı diye kısıtlamıyorum aslında, kendi ilgimi çeken şeyleri paylaşıyorum.
Tabii benim de birtakım WhatsApp gıybet gruplarım var, orada kendi linçimizi kendimiz yapıyoruz, artık o da işin şanından. 😊
Aramızda sizi Bant dergiden beri takip edenler var (İsmi lazım değil: Burcu). Matbu ve dijital dünya geçişi artık oturdu gibi (en azından kafamızda) ama geçmişe özlem var mı serde?
Çok teşekkür ederim. Ne şanslıyım ki hem dijitalde hem basılıda gönlümü çelen birçok yerde yazdım, yazıyorum. Okuyucunun da benimle gittiğim yere geldiğini bilmek en büyük mutluluğum. Dijitalin format ve içerik konusunda tanıdığı özgürlükler malum. O yüzden özlem diyemem ama ben yazdığım bir gazeteyi birinin sehpasında görünce veya bir pazar sabahı biri yazımı paylaşınca hâlâ heyecanlanıyorum. Saflık diyelim.
Şunu da söyleyeyim: Formatlar, mecralar ne kadar değişirse değişsin maalesef kültür işçilerine reva görülen hakların güdüklüğü pek değişmiyor. Yazarak geçinmek zor, o zorluk içinde kaliteli işler çıkarmak daha da zor. Bu şartlar düzelmeden bir dünyadan öbürüne geçilmiş, ne yazar?
En son ne izlediniz, ne dinlediniz, ne okudunuz? (Bu soruyu size sormak da biraz garip oldu. :)
Bir tema etrafında okumayı, izlemeyi seviyorum. Bazen bilerek topluyorum bir araya, bazen de bakıyorum kafamı takip ede ede onlar yanıma birikmiş. Bu aralar çocukluklarını yazma hayaliyle geçirmiş yazarların dönüp çocukluklarına ve çoğunlukla o hayale ket koymuş ailelerine baktığı işler okudum arka arkaya: Elena Ferrante / Yetişkinlerin Yalan Hayatı, Tove Ditlevsen / Çocukluk, Haruki Murakami / Bir Kediyi Terk Etmek.
Sosyal medyayı hikâyenin içinde bir öğe değil de anlatım formunun ta kendisi olarak kullanan işler ilgimi çekiyor. Böyle daha da çok iş göreceğiz hem edebiyatta hem ekranda bence. Patricia Lockwood/No One is Talking About Us ve HBO Max’in yeni dizilerinden Rap Sh!t böyle bir ikili oldu son zamanlarda okuyup izlediğim.
Güncel temam da güneşlenmek. Tatilde sayılırım. Bugün güneşlenirken Aylin Balboa / Bu Hikâye Senden Uzun Osman okudum. Öğlen olmadan bitti. Öğlen olmadan biten kitaplara bayılırım.
Yılların editörü, lafını sakınmayan kadın, buyrun kendisinin çivili koltuğuna Esra Kökkılıç'ın editörlük deneyimi yayında.
Editörlüğü nasıl tanımlıyorsun? Editör ne iş yapar?
Çevirmenlik nasıl delilikse editörlük de büyük bir enayiliktir. Estağfurullah falan demeye kalkar şimdi bunu okuyanlar. Hiç gerek yok, hepimiz bu gerçeği biliyoruz. Editör olmadan ne çeviri eserler ne de yerli eserler bir şeye benzer ama övgüyü hep yazar ya da çevirmen alırken editörün payına düşen hep yergidir. "Aman Allahım, ne kadar kötü bir metin bu, editör hiç bakmamış mı?" cümlesini kaç defa duymuşuzdur hepimiz. Ayrıca mesela çevirmenin, "Aman burayı da editör halletsin," deme özgürlüğü; yazarın, "Aman canım, nasılsa editör arkamı toparlar," diye düşünme rahatlığı varken editörün sırtını dayayabileceği kimsesi yoktur; en fazla (o da şanslıysa) son okumacının tashihleri yakalamasını umabilir.
Editör aslında yayınevindeki her işi yapar. Yeri gelir yayın planı hazırlar, sonra üstüne çökülür; yeri gelir bütün koordinasyon sürecini yürütür ve en ufak bir aksamada fatura kendisine kesilir; yeri gelir bütün bir kitabı yeniden çevirir ama görmezden gelinir; yeri gelir bütün bir kitabı oturup baştan yazar ama gölge yazar olarak bile adı anılmaz; yeri gelir kendi metninin son okumasını yapar, hata kalınca da okurun lincine uğrar; yeri gelir grafikerin yapmak istemediği dizini kendi yapar.
Editör, eğer mesleğini hakkıyla yapabilirse bir yayınevinin direğidir ve yayınevinin başarısının temelinde yatar. Ne var ki, günümüz piyasasında hepimizin pekâlâ bildiği gibi ya birtakım klikler suyun başını tutuyor, ya patronun iki dudağının arasından çıkan iş bilmez laflarla yayıncılık yapılıyor, ya da yıllar öncesinin satış garantili kitapları temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp yeni ve süslü baskılarla okurun önüne konuyor; yenilik peşinde koşan, farklı yayıncılık anlayışları için çabalayan garibanlar da her gün yeni bir umut bu işi yapmaya devam etmeye çalışıyor. Bu gerçekten enayilik değil de nedir?
Hiç unutamadığın bir hata yaptın mı?
Hatasız kul olmaz elbette. Eminim ki çalıştığım bütün kitaplarda harf hataları başta olmak üzere başka birtakım hatalarım vardır. Olmaması mümkün değil zaten, çünkü bir yerden sonra metne körleşiyorsunuz, aynı metni üst üste defalarca okuyunca zihin ister istemez cümleleri tamamlıyor ve hatalar görünmez oluyor. Bu yüzden son okumacı yayınevleri için olmazsa olmaz bir çalışan olmalı ama çoğunun umrunda değil ne yazık ki... Sorumuza gelince, unutamadığım hatam diyemem ama unutamadığım bir olay olmuştu. Adını vermek istemediğim ama büyük yayınevlerinden biri diyeyim, son derece sıkıntılı bir çevirinin akabinde biraz olsun nefes alabileyim diye bana görece iyi çevirili bir kitap vermişti. Çeviri hataları yok denecek kadar azdı ama bolca yazım hatası vardı, ben de aslında son okumacı değil de editör olduğum için metne körleşip "aniden" anlamındaki "birdenbire"nin "birden bire" şeklindeki yazılışını normal kabul etmişim ve kitap öyle basılmış. Yayınevinde çalışan bir editör arkadaş beni arayıp "birden bire"yi neden ayrı yazdığımı, bilmedikleri bir kural olup olmadığını, çok araştırıp bulamadıklarını söyledi. "Aaa ayrı mı bırakmışım hiç farkında değilim, son okumacı bakar diye düşündüm herhalde," diye cevap vermiştim. Sonra o büyük yayınevinde son okuma diye bir şey olmadığını, kitapların benim teslim ettiğim şekliyle baskıya gittiğini öğrenmiştim. Yine benzer şekilde dışarıdan çalıştığım bir yayıncı ilkokul çağındaki çocuklara uygun olduğunu düşündüğü bir kitabın telifini almış, kitap çevirmene verilmiş, çevirisi tamamlanmış, edit için de bana gelmişti. Kitap bir LGBTİ+ düğünüyle son buluyordu. Yayınevinin bu tavrını övgü dolu sözlerle çevreme anlatıp dururken apar topar toplantıya çağrıldım. Bu kitabın basılamayacağını, yayın çizgileri için uygun olmadığını, kendileriyle çalışmaya devam ettiğimiz sürece de bu ve benzeri içeriklerle karşılaşırsam hemen onları uyarmamı rica ettiler. Yani birtakım yayın kurullarından kılı kırk yararak geçen birtakım kitapların kendi çizgilerine uyup uymadığını onlara dış kapının dış mandalı olan benim söylememi istiyorlardı...
Motivasyonlarınız neler? Mesleğe devam iştahınız nasıl kapanmıyor? (Ya da kapandığında neler açıyor?)
Editörlük sürekli okumayı, kendini geliştirmeyi, kurgunun her türüne hâkim olmayı, kurgu dışının dilini bilmeyi, çocukla çocuk olmayı, dili canlı tutmayı, sürekli sorgulamayı, düşünmeyi gerektiren bir meslek. Hayatta okuduğumuz, izlediğimiz, dinlediğimiz, gezdiğimiz, gördüğümüz, üzerine düşündüğümüz, şakasını yaptığımız, güldüğümüz, ağladığımız; kısacası yaşadığımız her şey bizi mesleki olarak besliyor. Buradan bakınca diyebilirim ki motivasyonum biraz da egom. Yapılmış bir şeyi daha iyi hale getirmek, hatta mümkünse çok iyi yapılmış bir şeyi mükemmel bir hale getirmek en büyük motivasyon kaynağım. "Bunun yapımında 'ben' bulundum," demek ve bunu öyle uluorta, her yerde bağıra çağıra ilan etmeden, gerçekten yapıp kenara kaldırmak. Mesela daha ödül almadan bir kitabı yayınevinin koleksiyonuna katabilmek, yaptığım düzeltiler için çok iyi ve çok tecrübeli çevirmenlerden teşekkür almak, yolun başındaki çevirmenlerinse yol göstericiliğim için bana teşekkür etmesi en büyük motivasyon kaynaklarım. NDS Edebiyat Ödülü'nü alan iki arkadaşım/çevirmenim ödüllerini almalarının akabinde beni arayıp desteğim ve güvenim için bana teşekkür ettiklerinde o kadar tarifsiz bir mutluluk yaşamıştım ki anlatamam.
İşi bitirip her teslim edişimde, "Ben bi' daha bu işi yapmayacağım," diye söyleniyorum elbette, ama hemen sonrasında, "Acaba yeni kitapta beni ne gibi bilgiler bekliyor," merakına yenik düşüyorum. Bunun yanı sıra kendi okuyup beğendiğim kitapların başkalarınca da okunup beğenilmesi, katalog tararken, "Bu çok tutar bak," dediğim işlerin gerçekten de çok tuttuğunu görmek, niş bir alanda üretim yapıp hem o alanın uzmanlarının takdirini kazanmak hem de alana ilgisi olan genel okurun merakını cezbetmek mesleğe dair, iştahım kapandığında demeyeyim de inancımı yitireyazdığımda bana devam etme gücü veriyor. Belki de bu sayede bunca sevdiğim mesleğime şimdilerde sadece butik yayıncılık yapan yayınevlerinde mutlulukla çalışarak devam edebiliyorum.
Kitap hazırlarken bir totemin var mı? İçine bir yere sessizce kendi imzanı bırakır mısın?
Öyle totemlere inanan biri değilim. Ama olmazsa olmazlarım var. Sözlüklerim ve yazım kılavuzlarım. "Acaba mı," dediğim her an her şeye bakarım. Çok hafif bir disleksim olduğu için Word çok büyük kurtarıcım oluyor. "Ay saçma sapan her şeyin altını çiziyor," diyen arkadaşlar var ama Word olmasa hayat benim için çok zor olabilirdi. Çevirilerimde de editlerimde de en sevdiğim bağlaç "ne var ki", o kadar seviyorum ki bayağı imzam diyebilirim. Bir de son birkaç kitaptır Baobab Yayınları'nda hazırladığımız kitapların künyelerinde tashih kalıyor. En son yayınevinin sahibi ve çoğu kitabın çevirmeni Doğan Şima'ya bunu bir gelenek olarak devam ettirmeyi, okurla iletişimde kalmanın bir yolu olarak bile isteye yapmayı önerdim. "İkinci baskıda düzeltiriz, alametifarikamız olsun, ne olur," dedim. Ama sanırım beni pek ciddiye almadı...
Yalnızca telif yüzünden hazırladığın en saçma kitap neydi? (İsim vermek istemeyeceğini düşünüyoruz, içerikten bahsedebilirsin.)
Adıyla sanıyla veririm ismini, ne gocunurum ne de utanırım. Ekmek parası neticede. Ayrıca davalı olduğum yayınevlerinden biri, ne yapabilirler ki? Pegasus Yayınları'ndan Mimoza Mevsimi hayatımda okuduğum en anlamsız kitap olabilir. Orijinal adı da Mr & Mrs Anonymous. Yazdığım arka kapak bence güzel bir özet olur: "Zengin bir adam ve zengin bir kadın… Geçmişten gelen bir pişmanlık ve onun gölgesinde filizlenen bir aşk. Okul masraflarını karşılayabilmek için yumurtalarını bağışlamaya karar veren yalnızlıklar kraliçesi Lily Madison ile geçimini sağlamak için sperm bankasını sık sık ziyaret eden Peter Kelly beş parasız üniversite öğrencileridir. Bir gün klinikte karşılaşan bu iki yabancı, orada görünenin dışında tuhaf şeyler döndüğünü düşünür. Aynı zamanda aralarında duygusal çekim oluşur ama kendi yollarına giderler. Yirmi yıl sonra Lily ve Peter’ın yolları tekrar kesişir. Bunca zaman sonra karşılaşmanın ve birbirlerini yeniden bulmanın heyecanını yaşarken televizyonda gördükleri bir haber, onları geçmişlerinden gelen kanlı canlı bir hayaletle karşı karşıya getirir. Politik skandalların, gizli bilimsel deneylerin, FBI kovalamacalarının ve manşetlerden düşmeyecek bir haberin etrafındaki sis perdesi katman katman aralanırken Peter ile Lily arasında filizlenen aşk bütün bu zorluklara dayanabilecek midir?" Ha, bu arada, elbette kitapta tek bir mimoza yok.
Okurun çevirmene bakmaya başladığını biliyoruz. Editör seçen okur içinse daha biraz yol var gibi. Bakılmayan bir işçi mi editör?
Ben okurun çevirmen seçer gibi editör seçeceğine katiyen inanmıyorum. Çünkü editör okurun umurunda olan biri değil. Belki şu an atölyeler yapan, okuma yazmayı öğreten editörlerin hazırladığı diziler "Twitter" okurlarını çeker ama onun dışında kitapçıya gidip, "Ben şu tarz kitaplar okuyorum, bana ne önerirsiniz," diyen organik okurun editörle ya da çevirmenle işi olduğunu düşünmüyorum. En fazla, "Bu yayınevinden çıkan kitapları seviyorum, klasikleri şuradan oku dediler, en sevdiğim polisiye yazarın yeni kitabı çıkmış gidip alayım," der. Okuru büyükşehirlerle sınırlı sanma gibi bir gaflete düşüyoruz zaman zaman ama durum hiç de kendi küçük balonlarımızdan gördüğümüz gibi değil. Kültür Bakanlığının ISBN veritabanını açıp bakın mesela, "Twitter" okurunun adını sanını bile duymadığı kitaplar, "Aman canım bunu da kim alır," denen işler tabiricaizse peynir ekmek gibi satıyor, baskı üstüne baskı yapıyor. Editörün ne iş yaptığının, çevirmenin kim olduğunun bu okurlar için herhangi bir önemi olmadığına eminim, ayrıca bilmesine de gerek olmadığını düşünüyorum. Marketten aldığınız gofretin içeriğini bir araya getirenler ile kitabı okura sunanlar neden müşteri/okur gözünde farklı olsun ki? İki taraf da işinde gücünde insanlar. Ve evet, artık marketlerde de kitap satılıyor.
Her editörün gizli bir ajandası vardır. Yayınevi senin olsa nasıl bir çizgin olurdu? Neler çıkardı senin dükkândan?
AHAHAHHAHAA. Bence bu soruyu bir sonraki konuk itibarıyla kaldırın. Herkesin gözünün bir diğerinin koltuğunda olduğu, kim bilir kimin hangi yayınevine proje danışmanlığı kovaladığı bu devirde planlardan, projelerden uluorta bahsetmek editörün kendi topuğuna sıkması olur. Var tabii bizim de birtakım hayallerimiz, ufukta sürpriz gelişmelerimiz, belki yeni bir yayınevi duyurumuz, belki de birtakım atölyelerimiz. Olursa yakında davullu zurnalı duyurularla geliriz.
Bu bölümü gerçekten biraz rahatlamak için açtık. Haydi anlat rahatla!
Ne anlatayım ki? Çalışanının sosyal haklarını vermeyen ve emek sömürüsü yapan patronları mı? Mesai arkadaşlarının patrona açtığı davalarda birtakım imtiyazlar karşılığında patron için yalancı şahitlik yapan editörleri mi? Daha önce tek bir yayınevinde bilfiil çalışmayıp atölyeler veren uzman editörleri mi? Bazı anlı şanlı çevirmenlerin aslında koca birer balon olduğunu mu? Herkesin gözünün bir diğerinin koltuğunda olduğu piyasamızda o koltukları korumak için ne dolaplar çevrildiğini mi? Sadece görünürlükleri ve göz boyayan "network"leri sayesinde kariyer inşa edenleri mi? Ölen yazarların "editörlüğünü üstlenen"leri mi? Editörlük gerçekleştirenleri mi? "Bence böyle daha iyi," diyerek çevirmenin tercihlerine keyfi müdahalelerde bulunup iş yaptığını sananları mı? Çeviri bir kitapta, "Ayyy, bu ne böyle sürekli aynı cümleleri tekrarlamış yazar, kısaltın canım şunu, içim sıkıldı," diyen yayınevi sahibi "eğitimli" insanları mı? Tuvalet kâğıdının az kullanılması için kurum içi mail atan muhasebe sorumlusunu mu? Tabldot yemeğinin 25 TL olduğu zamanlarda günlük 13 TL yemek parası veren Türkiye'nin en büyük yayınevlerini mi? Çevirmeni yüzdeli telif yerine tek ödemeli sözleşmelere ikna etmek için binbir takla atan yayın yönetmenlerini mi? "Bizim sadakatimiz ne yazara ne de metne, biz okur ne isterse onu yaparız," diyen ve yazarın haberi olmadan metni editörüne yeniden yazdıran yayıncıları mı? Üstü örtülen taciz skandallarını mı? Dilimize "çöp suyu" gibi bir hakaret kazandırmış, çalışanı ay sonunu getiremezken Porche marka arabasının servis bakım ücretlerindeki fahiş artıştan yakınan yayınevi sahiplerini mi? Deneyimleri ve bağlantıları için bir editörü işe alan, sonra da incelemek üzere kitap okuduğu için işten çıkaran yayınevlerini mi? Sadece sosyal medyada görünür olduğu için "editörlük" teklifi alan Twitter kullanıcılarını mı? Mobbinge uğrayan ve sesini çıkarmaya cesaret edince adı künyelerden silinen yardımcı editörleri mi? Birlikte çalışırken yerlere göklere sığdırılamayan mesai arkadaşınızın işten ayrılmasının akabinde arkasından "ne kadar iş bilmez olduğunun" konuşulmasını mı? Şimdi ben bunları ufaktan anlatmaya başlasam Okur Bülteni 1254635612398. sayıda anca yolu yarılarız, o yüzden en iyisi bu topa hiç girmeyeyim sevgili bültenciler.
Sadece şunu söyleyerek bitirebilirim; emek sömürüsüne uğradığını düşünen, yaşadığı mobbinge sessiz kalmak zorunda olduğunu hisseden, sesimi çıkarırsam bir daha piyasada iş bulamam diye korkan editör arkadaşlar, inanın yalnız değilsiniz!
Editör, yazar, çevirmen Mert Tanaydın'ın okuma deneyimiyle karşınızdayız. Hayatı okumakla devam eden bir okurluk hikâyesi.
Metropol İstanbul’un endüstri taşrası kenti İzmit’te doğdum ben, bir aile apartmanının yanı başındaki artık salt aileye ait olmayan ve benimle yaşıt bir başka apartmanın bir dairesinde büyüdüm. Benden sekiz yaş büyük bir ağabeyim vardı, ilk ve ortaöğretimde onun yolundan gönderdiler beni de. Üniversitede o Ankara'ya, ODTÜ'ye mühendis olmaya giderken ben Tarabya’ya Frankofon olmaya, Marmara Üniversitesi'ne geldim ve orada Aydın Uğur’la tanıştım. Bugün bilişim diye özetleyeceğim, tam adı Enformasyon ve İletişim olan bir derse geliyordu üçüncü sınıfta ve daha ilk derste bizden kendimizi tanıtan bir metin yazmamızı istemişti. Ne zaman kendimi tanıtmaya çalışsam o metni hatırlarım. Sanırım o metne de bu şekilde bir giriş yapmıştım. Hayatımız değişmiyor aslında ama onu nasıl yorumladığımız durmadan değişiyor. Aydın Hoca'nın ne kadar önemli bir katalizör olduğu, onun dersine giren ya da onunla tanışan birinin, eğer doğru frekanstaysa, tıpkı bir prizmadan geçmiş gibi bambaşka biri olarak çıktığını, ne yazık ki vefatından sonra yayımlanan pek çok tanıklıkta da belirtildiği gibi, ben de yaşayarak öğrendim. Benim onun tez öğrencisi olmamla ve bir gün tez görüşmesinde, “Hocam biliyor musunuz, ben yazıyorum ve yayımlatmak isterim yazdıklarımı,” dememle bana gösterdiği yoldan giderek bugüne kadar geldim, onlarca yayıneviyle ve yüzlerce kitapla sürdürdüğüm yirmi yıllık editörlük kariyerinde; ama bana dediği gibi, “Sen akademik yaşama uyum sağlayacak kadar sabırlı bir karakter değilsin ama sen yazacaksın, güzel de yazacaksın,” müjdesini bir kitapla taçlandırdığımı göremeden hocamı kaybettim. Yine de son bir dokunuş yapmış olmalı ki kendisini uğurladığımız gece Adalet Çavdar’dan gelen bir mesajla okurluk hikâyemi yazma fırsatı bulmuş oldum, dolayısıyla her şey için çok teşekkür ederim ve çok daha iyi bir yerde, sizi gerçekten anlayan insanlarla ve çok daha talihli olmanızı dilerim...
Ne okuyorsun?
Girişte anlattığım apartman dairesinde ne bulursam karıştırmaya başlamıştım çocukluğumda, az buz şey de bulunmazdı: çok sayıda farklı ansiklopedi setleri, annemin aldığı Kadınca, ağabeyimin aldığı Milliyet Çocuk ve babamın bilgisayar işi nedeniyle aldığı çeşitli bilgisayar dergileri, yetmişlerde ve seksenlerde alınmış çok sayıda roman vardı. Orta halli ve üniversite eğitimli bir ailenin kitaplığıydı, çocuklarına destek olmak adına kendileri artık okumasalar bile materyal toplamaktan hiç çekinmeyen sevgi dolu bir çiftin kitaplığıydı. İşin kötü yanı artık herkesin okumayı bırakmış, televizyonun, videonun ve babam sayesinde hayatımıza çok erken girip karnımızı doyuran bilgisayarın etkisiyle sadece gazete ve dergi okurluğuna kalmış olmasıydı. Dolayısıyla lisede bilinçlenmeye ve tutkunu olmaya başlayana kadar artık kimsenin okumadığı kitapları okumuş, sonrasında bir bakıma aileye yönelik ergen tepkisiyle karışık kendimi tamamen kitaplara vermiştim. Okurluk çizgimde bilinçli olarak okuduğum ilk iki kitabı (William Golding’in Sineklerin Tanrısı ve J. G. Ballard’ın Güneş İmparatorluğu’nu) ağabeyime borçluyum yine, Ankara’daki üniversite yaşamından ziyarete geldiği bir seferinde Dost Kitabevi’nden hediye olarak getirmişti. Modern edebiyatla karşılaşmak, dünya edebiyatıyla kendime göre ilgilenmek doksanların başında başladı, hâlâ sürüyor. Kendi ülkemizin edebiyatından, bizzat ellerini sıkabildiğim, daha geleneksel anlamda ellerini öpebileceğim üç isim en belirgin prizmalar oldu: Enis Batur, Orhan Pamuk ve Tomris Uyar; şiir ve deneme; roman; öykü ve çeviri ustaları oldu bu üç isim sırasıyla, ayrıca Günebakan ile Gündökümü arasında günce/gündelik not yazımında da EB ile TU’nun melezi olduğumu düşünüyorum. Siyaset bilimi eğitimi alıp sosyoloji ağırlıklı derslerin meftunu olunca da Zygmunt Bauman’dan Richard Sennett’a, Nurdan Gürbilek’ten Ünsal Oskay’a çağdaş sosyal bilimlerin çok çeşitli isimlerinin yapıtlarını okumayı yeğledim.
Ne zaman okuyorsun?
Bir keresinde Enis Batur’un bir dersinde, “Yaşınız ilerlediğinde kitap okumaya fırsat bulamayacaksınız, pek çoğunuz keyfi okuma yapamayacak,” dediğinde öğrenciler arasında ne kadar tepki dolu fısıltılar ve itiraz nidaları çıktığını hatırlıyorum ama dediği ne kadar da doğruydu aslında: Öğrenci milleti olarak zamanımızın bol olduğu bir toplumsal koşuldaydık o zamanlar, telefonlarımız akıllanıp her şeye hükmeden cihazlar haline gelmediğinden kendimize daha fazla okuma zamanı ayırabiliyorduk; çalışma ve ailevi/sosyal yükümlülüklerimiz de o kadar yer kaplamıyordu sanki. Toplum değişti, teknoloji değişti, sosyoekonomik koşullar değişti: Okumak artık ancak profesyonelce yapılacak bir faaliyete dönüştü neredeyse: Öğrenmek için okuyorsunuz, haber ve enformasyon edinmek için okuyorsunuz, yazmak için okuyorsunuz, çalışma kapsamında (benim için editörlük) okuyorsunuz; boş vakitlerinizde belki okuyorsunuz, hadi sevdiğiniz için de okuyorsunuz... Ama insan bunlardan birini veya ikisini seçebiliyor ancak. Ben de mesai saatlerinde profesyonel olarak okuyorum, mesai dışındaysa aile ve sosyal ilişkiler ile yazmaya çalıştığım zamanlar dışındaki her bulduğum anda, toplu taşımada ya da tuvalette, uykudan önce ve uykudan uyandığımda keyfim ve merakım için okumaya çalışıyorum.
Nereden okuyorsun?
Çocukluğumu bilgisayarlar arasında babamın işyerinde geçirdiğimden ekranlara, kelime işlemci programlara ve cihaz fontlarına, bilgisayar dosyalarına aşina, hem klasik hem de dijital okuryazarım. Ayrıca yayınevlerinin mutfağında çalışınca kelime işlemci dosyalarından çeviriler için kullanılan pdf kopyalara, araştırırken başvurduğumuz ve kısmen kendi kendimize ürettiğimiz pek çok farklı türde dosyadan metin okumak zorunda kalıyorsunuz. Bugünün koşullarında fiziksel kitap edinmek oldukça maliyetli ve külfetli ama bunu elimden geldiğince yapmaya çalışıyorum. Ama aslına bakarsanız, yaşam alanını apar topar terk etmek zorunda kalınacağını ya da o yaşam alanının bir anda ortadan kalkabileceğini büyük depremde öğrenmiş bir İzmitli olarak da söyleyebilirim ki elimizin altındaki şu cihazlarla bir kitap sisteminden (misal benim kullandığım Google Play) okumak hayattaki en önemli kolaylıklardan biri: Tuvalette otururken ya da metroda seyahat ederken aklınıza gelen bir kitabın metnini iki üç cihaz hamlesiyle edinebilmek ve tüm metni ara-bul yardımıyla taramaktan tutun merakınızı celbeden sözcükleri bir çırpıda tüm sözlüklerden ve arşivlerden araştırabilmek, doksanlarda evdeki malzemeyi karıştırarak oynayan çocuğun hayalini bile kuramayacağı (aslında bu kalıp söz pek bana uymuyor çünkü teknolojinin gözümün önünde daha ben hayal bile kurmaya gerek kalmadan dünyayı nasıl dönüştürdüğüne bizzat şahit olmuşlardan biriyim, ama bir klişe olarak kullanmak istedim) bir gelişme. Bu cihaz kolaylığının çok ciddi bir handikapı var ama: Bir kütüphanede ya da bir kitabevinde benzer kitaplarla ve gerçek halleriyle okurlarla bir arada olması gereken metinleri, sadece kendi yalnızlığınızda denk geldiğiniz enformasyondan kaparak bulabiliyorsunuz. Metnin ve okurun yalnızlığı başka metinler ve okurlar arasındaysa çok daha değerli olabilir...
Tek bir kitap mı aynı anda birkaç kitap mı?
Aynı anda “pek çok kitap”. İlk soruya yanıt verirken saydığım tüm o okuma hatlarını bugün bile canlı canlı sürdürüyorum: Misal Don DeLillo’nun son romanı Sessizlik ile Şule Gürbüz’ün Kıyamet Emeklisi’ni; Levent Şentürk’ün Kentlerin Ayakbilimi’yle Maxime Rovere’in Spinoza Tayfası‘nı aynı anda okuyorum bu aralar, yazmaya niyetlendiğim yazılar kapsamında okuduğum Mişima ve Tomris Uyar yapıtlarının yanı sıra. Sık sık Enis Batur’un kitapları masamdan geçiyor, kendisinin yazdığı sıklığın üstüne bir de benim geri dönmelerimi hesaba katarsak EB okumadığım zaman yok gibi. Okumak için edindiğim ama okumaya başlayamadığımdan vicdan azabı yaratan kitaplardan oluşan bir de duvarım var, eritip kitaplıklara dağıtana kadar kitap almasam ekonomimi düze çıkarabileceğimden eminim.
Okurken ne dinliyorsun?
Çocukluğumda annemle babam salonda ya televizyonda yüksek sesle programları izlerlerdi ya da birbirleriyle yüksek sesle tartışırlardı, ben odamda o bilincimi işgal eden ve rahatsız olduğum sesleri engellemek ve ders çalışmak için metal müziği keşfetmiştim: Metallica’dan Slayer’a o distorsiyonlu ve çılgın ritimli melodik gürültüyü gündelik hayatın kavgalarına tercih ederek çalışır ve kitap okurdum, hatta uykuya dalardım. Yıllar içinde müzik zevkim çeşitlenip müzik de dijital arşivlerle çok kolay ulaşılabilir hale gelince günlerimi neredeyse tamamen kulaklıkla geçirir oldum. Her türlü müzikle okuyamıyorum ama kitapları: Sözlerini hemen anlamadığım dillerdeki kayıtları tercih ediyorum eğer sözler varsa; Marillion, The Gathering, gibi progresif rock’tan Max Richter, Sebastian Zawadzki, Ryuichi Sakamoto gibilerinin minimal piyano müziğine, Fransızca çağdaş şansonlarından Kino gibi Rus new wave gruplarına çok farklı türlerde müzikler olabilir ama bir çırpıda sözlerine veya tavırlarına takılmamalıyım, arka planda akıp gitmeliler. Özellikle doksanlarda İngilizlerin Bristol’den çıkan trip-hop akımıyla birlikte başladığını düşündüğüm ve insana uçtuğu izlenimi veren arka plandaki seslerin yükseliş ve alçalışlarını içeren kayıtlarla değil kitap okumak, yaşamak çok sinematik olabiliyor.
DUVARDAKİ BARDAK
Mehmet Baydemir tarafından yeni bir yayınevi kuruldu: Ornis Kitap ilk kitabını yayımladı. Tık tık.
Mahal Dergi kısa bir süre önce Mahal Edebiyat yayınevinin haberini vermişti. Yakın zamanda yayımlanacak olan kitaplarını da duyurdular. Tık tık.
İki yeni yayınevi haberi vermişken bir de yayıncılığın ekonomisine dair bir flood öneriyoruz. Hesap gayet net ve doğru. Tık tık.
Eric Berkowitz'ün Tehlikeli Fikirler kitabı geliyor, haberi çevirmeninden aldık. Tık tık.
Annie Ernaux'nun Boş Dolaplar kitabı 6 Eylül'de yayımlanıyor. Sevenlerini heyecanlandıran haber yayıncısından geldi. Tık tık.
Kıskanarak okuduğumuz (Adalet) Can Gürses'in yeni romanı Eylül ayında Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlanıyor. Roman gelmeden röportajı geldi. Tık tık.
Beliz Güçbilmez'in İroni ve Dram Sanatı kitabı Hayalci Hücre tarafından yayımlanıyor. "İsmet İroni mi, Erdal İroni mi?" ahahaha. Tık tık. Bu arada yakın zamanda kendisinden başka haberleri de vermek için sabırsızlanıyoruz.
Cem İleri'nin yeni kitabı Yararsız Bir Mekâna Dair, Norgunk Yayınları etiketiyle pek yakında yayımlanıyor. Tık tık.
İthaki Yayınları ve Sanat Kritik işbirliğiyle, ölümünün ellinci senesinde Suat Derviş’i anmak için hazırladığı etkinlikler kapsamında 1-30 Eylül boyunca pazar günleri hariç her gün 11:00-19:00 saatlerinde ziyaret edebileceğiniz Suat Derviş sergisini okurlarla buluşturuyor!
DUMANI ÜSTÜNDE
Günay Çetao Kızılırmak'ın İletişim Yayınları tarafından yayımlanan öykü kitabı Köstebek Yolları, ileriye ya da geriye değil, hep daha derine gidenlerin hikâyelerini anlatıyor. İçiniz burkula burkula sokaklarında dolanıyorsunuz.
Telemak Kitap etiketiyle yayımlanan La Bruyere'nin Karakterler yahut Çağın Töreleri kitabı, "Belki de ilk kez toplum ve toplumun eleştirisi edebiyatın merkezine tanışınır, sosyolojik bir göz icad edilir," diyerek tanıtılıyor, henüz edinmedik, bakacağız neymiş diye. Çeviri: Bedia Kösemihal.
Cansu Tekin'in yazdığı Karşılaştırmalı Konut Sorunu kitabı Notabene Yayıncılık tarafından yayımlandı. Evet arkadaşlar, Burcu'nun yokluğunda buralar hep benim çalışma alanlarım olacak. "Fransa'da ve Türkiye'de Yoksulluğun Silüetleri, Yuvayı Kaybetmek" başlığıyla yayımlanan kitap yoksulluğu politik perspektiften ele alıyor. Başka nereden bakılır zaten yoksulluğa?
Erkan Irmak'ın Kayıp Destan'ın İzinde Nâzım Hikmet, İdeoloji ve Yeniden Yazmak çalışması Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. Elimize geçtiğinde detaylıca inceleyeceğimiz bu kitabı da gözünüzden kaçmasın diye ekledik.
(Son okuma yapan Burcu'nun notu: Neşeli kitaplar için bekleyin söz bir aya kalmaz kitaplığınız daha güler yüzlü olacak ahahhah)
KONU KOMŞU
Margaret Atwood'tan "İfade Özgürlüğünü Savunmazsak Tiranlıkta Yaşarız". Tık tık.
Şenay Aydemir, Gülşen meselesi üzerine yazdı. "Siyasal bir pratik olarak kültürel imha"... Tık tık.
Yenal Bilgici, edebiyat ve heykel buluşmalarını yazdı. Bu memleket için biraz hayal gerçi, karpuzun içinden çıkan çocuk heykelleri falan yapılırken. "Çocuktuk ama iyi çocuklardık". Tık tık.
Orhan Koçak'tan "Mercé Rodoreda ile tanışmak (I): Güvercinler Gittiğinde"... Tık tık.
Menekşe Toprak, "Dili büken büyücü: 'Emine' Sevgi Özdamar"... Tık tık.
Aslı Uluşahin'in hazırladığı Kapsül Bülten'in bu haftaki sayısı yeni sezondan haberler veriyor. Tık tık.
Atlas Publishing Lab'in yeni röportajı Çetin Balanuye'yle. Röportajın odağında üçleme olarak tasarladığı yeni projesi “Naturans” var. Üçlemenin ilki Naturans 1: Yeni Bir Ontolojiye Doğru başlığıyla 2020’de, ikinci kitabı ise Naturans 2: Yeni Etik Politik başlığıyla 2022’de Ayrıntı Yayınları’ndan çıktı. Tık tık.
Yazın son demlerini yaşadığımız, son soğuk içkilerimizi yudumladığımız şu günlerde, tatil dönüşü biriken mailler, yaklaşan deadline'lar gibi can sıkıcı detayları bir süreliğine göz ardı ediyor ve bizleri heyecanlandıran yeni hak satışlarını vakit kaybetmeden sizlerle paylaşmak istiyoruz.
Önce kurmacalarla başlayalım. Grief is The Thing with Feathers kitabıyla adından söz ettiren Max Porter'ın yeni kitabı Shy'ı önümüzdeki aylarda raflarda göreceğimizi mutlulukla haber verelim. Şahsına münhasır üslubuyla yine aklımızı allak bullak etmeyi başaran bir kurmaca geliyor, bizden demesi.
İkinci kitabımızsa hepimizin gerek kitapları gerekse dizisiyle yakından bildiği, Game of Thrones'un yaratıcısı George R.R. Martin'in Lisa Tuttle'la birlikte kaleme aldığı bir çizgi roman. Soluksuz okunacak bir bilim kurgu şaheseri Windhaven önümüzdeki aylarda Türkiye’de de okurlarla buluşacak.
Kurmaca dışındaki ilk kitapsa, Jenny Odell'in bir direniş yöntemi olarak hiçbir şey yapmamayı tercih ediş hikâyesini konu edinen How to Do Nothing. Ufuk açıcı, tabu yıkıcı bir deneyim olacağı kesin.
Bir diğer başlıksa tarihçi Katherine Pangonis'in ilk kitabı Queens of Jerusalem. Pangonis etkileyici tarih bilgisiyle okurları, Ortadoğu'da kadınların yönetimde nasıl yer aldıklarına ve yaşadıkları zorluklara tanık olmaya çağırıyor.
Üçüncü sırada ise Rebecca Lee'nin How Words Get Good kitabı var. Lee, yazarın aklında oluşan bir fikrin somut bir kitaba dönüşme sürecindeki tüm aşamaları, okurlara alabildiğine eğlenceli ve eğitici bir şekilde anlatıyor.
Son haberimizse Türkçe edebiyattan. Oh mon Dieu! Oğuz Atay’ın magnum opusu Tutunamayanlar ve Korkuyu Beklerken İngilizce, Makedonca, Arapça, Sırpça gibi dillerden sonra şimdi de Fransızca yayımlanacak! Fransız Emanuelle Collas’ın Oğuz Atay çevirilerini merakla bekliyor olacağız.
BONUS
İLETİŞİM
Okur Bülteni bir Adalet Çavdar ve Burcu Arman gevezeliğidir.
İletişim: okurbulteni@gmail.com
Geyik yapmamızı istediğiniz konuları ya da gıybetini yapmamızı istediğiniz kitapları bize yazabilirsiniz.