Hasan Hayyam Meriç - Lıkırdılar 2 - Ah Minel Campbell
Bu farklılıklar nereden kaynaklanıyor? Neden hikayeleri, onları yaşama şeklimizden bu kadar farklı anlatıyoruz? Bir de tersinden soralım. Kendi deneyimlerimize hikaye olarak yaklaştığımızda ne olur?
15,688.Gün
Nerede bıraktık hatırlamıyorum. Neticede Stendhal gibi bir yazar değilim. Hatta annannem yaşasaydı ve Stendhal’dan haberi olsaydı o güzelim Diyarbakır ağzıyla “Attığı tırnak etmezsin!” derdi. Ama muhtemelen demezdi çünkü beni çok severdi. Dolayısıyla da sevgisinin yarattığı o ayarsız hayalde benim gerçekliğimi benden esirgerdi.
Niye Stendhal ile başladım. Aslında aklıma gelen anekdot, paşamın hayatı boyunca sadece iki roman tamamlayabilmesi. Lakin çok yazmış. Yazdıkları da zerre kadar umrunda olmamaış. O sebeple her yazdığından Kızıl ve Parma haricindekiler yarım. Ama şu şekil bir yazma disiplini varmış; önceki gün yazdıklarından son yirmi sayfayı –EVET, SON YİRMİ SAYFA– okur öyle devam edermiş. Yazarın yazdığına aşık olmaması denen o tevatür doğruysa, onun ispatı Stendhal’dir. Ben mi? Benim tek aşkım yazdıklarım. Ondan gayrı, attığı tırnak olamamam.
Ne diyorduk? Yazar, gerçekler, hayaller ve edebiyat... Lakin bu üslubun şakacılığı hakkında bir şeyler yapamazsam herhangi bir şeyi ciddiyetle tartışamam. Bu konuda, canımı alabildiğine sıkıp, neşemi öldürmesi için güzide memleketimin vereceği ele güveniyorum.
15,691.Gün
...üç gün ve ikinci seçimden sonra…
Birçoğunuz gibi ben de zamanımın önemli bir bölümünü hikayelere dalarak geçiriyorum ve her ne kadar çeşitli ortamlarda deneyimlediğim sayısız hikayeden keyif almış ve ilham almış olsam da, her zaman merak ettiğim bir şey var. (kendime not: yabancıdan ziyade yaban bir giriş, ama olsun)
Eğer hikayelerin, tüm sanat türleri gibi, ya doğrudan temsil ederek ya da daha sembolik bir ayna oluşturarak hayatı yansıtmaları gerekiyorsa, o zaman neden gerçeklikten bu kadar farklılar? Farklı derken hayali dünyalarda geçtiklerini ya da fantastik öğelerle dolu olduklarını kastetmiyorum. En temel düzeyde, hikayelerin yapılandırılma biçimi ile kendi hayatlarımızı deneyimleme biçimimiz arasında bir uyumsuzluk olduğunu kastediyorum. (kendime not: bence güzel kotarmışım burada)
Hikaye anlatıcılığının belki de en ünlü kavramsallaştırması Joseph Campbell'ın Binbir Yüzlü Kahraman adlı eseridir; bu eserde Campbell, farklı çağlarda ve farklı kültürlerde sayısız hikayenin temelini oluşturan ve daha yaygın olarak kahramanın yolculuğu olarak adlandırılsa da monomit olarak adlandırılan arketipik yapıyı ortaya çıkarır. Kahramanın yolculuğu, bir kahramanın kendi sıradan dünyasının dışına çıkarak, belirli karakterlerle karşılaştığı, bir krizle yüzleştiği ve sonunda değişmiş bir kişi olarak geri döndüğü yeni, bilinmeyen bir dünyaya doğru atıldığı dönüştürücü süreci ya da basitçe macerayı ifade eder.
(yine ve yeni not: Edebiyatçının şu JC düşkünlüğünü açıklama zamanı geldi. İlk defa burada ifşa ediyorum arkadaşlar ama dünyayı yöneten 5 aile yok. 1 aile var. O da Edebiyat İlluminatisi. Hatta ailemiz o kadar şeytani bir kurgucu ki açığa çıkmayalım diye 5 aileli fantastik kurguyu biz yarattık. Lakin devranımız da dönsün diye ailemizin aşiretimizin bütün üyelerini ekmek, bayrak ve kitap üstüne yemin ettirerek herhangi bir edebi beyanda JC’den bahsettirme yasasını zorunlu kıldık. Buradan da büyük dolaresler kazandık ve kazanmaya devam ediyoruz. Kapa parantez, kapattım)
Bu kısa özette bile kendi hayatlarımızla olan uyumsuzluğu hemen görebiliriz. Kahramanın yolculuğu açıkça yapılandırılmışken, bizimki genellikle dağınık ve kaotik hissettirir. Kahraman daha büyük bir maceraya yönelik olaylar ve karakterlerle karşılaşırken, kendi deneyimlerimiz genellikle tesadüfi ve somut bir anlamdan yoksun hissederiz ve kahramanın neredeyse her zaman dönüştürücü bir kavisi varken, bizler böyle tanımlanmış yollarda yürümeyiz.
Bu farklılıklar nereden kaynaklanıyor?
Neden hikayeleri, onları yaşama şeklimizden bu kadar farklı anlatıyoruz?
Bir de tersinden soralım.
Kendi deneyimlerimize hikaye olarak yaklaştığımızda ne olur?
Bir
de
nihayette
Neden edebiyat sorusunun meali…
Hayatlarımızı kahramanların yolculukları olarak görmenin sonuçları nelerdir?
Yazının kafasına hoşgeldiniz.
Öyleyse, önümüzdeki birkaç yazı boyunca yeni bir yolculuğa başlayalım, hikaye anlatıcılığının ilkelerine ve bunların kendi kimliklerimizle olan ilişkisine gerçekten dalalım, bugün hikayeler ve gerçeklik arasındaki temel farkla başlayalım.
Temeller
Bir zamanlar sıradan bir dünya vardı; Shire, Tatooine, Matrix…
Bir kahramanın, Frodo Baggins, Luke Skywalker, Neo, sıradan bir hayat yaşadığı bir dünya.
Bu dünyanın geçmişte ya da günümüzde bizimkine benzeyip benzemediği ya da uzak bir gezegen veya fantastik bir alem gibi daha hayali bir yer olup olmadığı gerçekten önemli değildir. Önemli olan kahraman için bunun sıradan bir varoluş olmasıdır. Ne de olsa olağanüstü olan, sıradan olanın dışında başka nerede ortaya çıkabilir ki? İşte kahraman, bu yerden maceraya, yeni bir dünyaya doğru yolculuğa çağrılır.
Sıradan hayatlarının akışını bozan biriyle ya da bir şeyle karşılaşırlar. Gizemli bir yabancı, bir mesaj, tuhaf bir nesne, bir vaat.
Çünkü maceraya çağrı, hangi biçimde gelirse gelsin, kahramanımızın artık sıradan değil, özel olduğunu ima eder.
Onları bekleyen başka bir dünya, yenmeleri gereken kötü bir güç, kurtarmaları gereken bir evren vardır. Bu, ilk başta korkutucu görünen ve genellikle düpedüz reddedilen bir çağrıdır. Belki de kahraman, içinde bulunduğu çeşitli yükümlülükler nedeniyle sıradan dünyasını terk edemeyeceğini düşünmektedir. Belki de bu görevi yerine getirecek kadar cesur ya da yetenekli olmadıklarını düşündükleri içindir. Neyse ki, öteki dünyaya zaten aşina olan bir akıl hocası yardıma hazırdır ve kahramanımız eşikten geçerek bilinmeyene doğru yol alır.
Gördüğünüz gibi, bu basit anlatı unsurları çoğu popüler hikayede bulunabilir.
Sıradan dünyada bir başlangıç, maceraya çağrı ve müstakbel kahramana rehberlik eden doğaüstü bir yardım. Bunlar Joseph Campbell'ın Kahramanın Yolculuğu'ndaki ilk adımlardır. Çemberin geri kalanını kısaca gözden geçirirsek, aynı şeyin diğer adımlar için de geçerli olduğunu görürüz; genellikle bir eğitim veya araştırma dönemiyle işaretlenen alışılmadık olana adaptasyon, ilk zafer ve dönüşüm, kahramanın kaos dünyasına girmesinin kefareti, ardından nihai karanlık anı, güvenli bir dönüş ve mutlu son için tüm umutların kaybolduğu an, kahramanın başlangıçtaki hedefini değiştiren ve sonunda onları felaketten kurtaran büyüme ve olgunlaşma anını işaret eden farkındalık.
Son olarak, geri dönüş anı vardır. Artık iki dünyanın efendisi olan kahramanımız sıradan dünyasına geri dönmüştür ama yenilenmiş bir denge ve huzur bulmuştur.
Bu arketipik yapıyı Yıldız Savaşları, Yüzüklerin Efendisi ya da Harry Potter gibi risklerin yüksek olduğu ve kahramanca zaferlerin coşkuyla kutlandığı büyük maceralarda tanımak kolay olsa da, daha az büyük ve daha az maceralı görünen hikayelerde de mevcuttur.
Filmlerden gidersek daha iyi anlayabiliriz aslında. Örneğin herhangi bir romantik komediyi ele aldığınızda, kahramanın yolculuğunun aynı temellerini bulma şansınız yüksektir. Bu hikayelerde macera çağrısı genellikle kahramanı romantik bir yolculuğa iten gizemli bir yabancı şeklinde gelir. Burada da yeni çiftin aşık olması, onları bir süreliğine ayıran bir tür çatışmayla karşı karşıya kalması, kısa süre sonra kahramanımızın başından beri bilmesi gereken bir şeyi fark etmesi ve aşk adına son bir çaba göstermesi gibi monomitik döngünün oynandığını görüyoruz; havaalanına bir koşu, büyük bir romantik jest, vesaire…
Aşıklar bir kez daha bir araya gelir ve sonsuza dek mutlu yaşarlar.
Bu, o kadar böyledir ki, şu aralar revaçta olan yapay zeka uygulamalarına istediğiniz tipte karakter donesi sokun, o sentetik mürekkep erbabının yazacağı hikaye bu yapının herhangi bir klonu olacaktır.
Gerçi benim bu yazıyı yazdığım sabahlarda olduğu gibi, bazen Akgezenlerin ve yürüyen ölülerin kuşatmasıyla başlayan bir Uzun Gece şafağında hissederiz kendimizi. Bu sebeple monomit ya da büyük zafer örgüsü boşa çıkmış gibi görünür. Aslında tam olarak öyle değil. Nasıl mı? İnceleyelim.
Buna trajedi diyoruz. Buz ve Ateşin Şarkısı serisinin ilk kitabı. Taht Oyunları. Geleneksel bir şekilde başlar; acımasız ve kaotik bir dünyada onurlu ve ilkeli bir adam olarak sunulan Ned Stark adında kahraman bir karakter vardır.
Diğer kahramanlar gibi o da bildiği dünyanın ötesine doğru bir yolculuğa çıkar. Yurdu olan kuzeyden, Kral Eli sıfatıyla, güneye, Kral Toprakları’na gider. Ancak kahramanın yolculuğu zaferle sonuçlanırken Ned'in yolculuğu beklenmedik bir trajediyle son bulur. Diğer hikayelerde ana kahramanın, önemli bir çatışmayla karşı karşıya kalmasına rağmen, yolculuğun yarısında aniden ölmeyeceğinden oldukça emin olabilirken, George R.R. Martin’in karakterlerinin başına gelecek kaderden asla tam olarak emin olamıyordunuz.
Ancak burada bile temelde bir yapı var, kahramanın yolculuğunun bir tür tersine çevrilmiş hali. Aristoteles'in Poetika'sında kavramsallaştırdığı gibi, maceralı bir yolculuğa çıkan kahraman bir karakterle karşı karşıyayız, ancak dönüşüm yoluyla bir zafer kazanmak yerine, karakterlerindeki temel bir kusur nedeniyle çöküşlerini buluyorlar. Trajik bir kahramanı trajik yapan şey, iyi niyetle hareket ettikleri için kaderleriyle karşılaşmalarıdır. Ned Stark'ın ölümü, karakterinin onurlu ama aynı zamanda inatçı ilkelerini krala olan sadakatiyle ve daha genel olarak taht oyununun kurallarıyla çelişkiye sokan bir sırrı keşfetmesi nedeniyle gerçekleşmiştir.
Bir başka örnekte, Breaking Bad'de Walter White başlangıçta kanser tedavisinin masraflarını karşılamak için uyuşturucu işine girer. Ancak temel kusuru olan kibir, sonunda yolculuğunu yozlaştırır ve o da trajik kaderiyle karşılaşır. Dolayısıyla, trajik kahramanın kendine özgü yolculuğu muzaffer olanınkinden farklı olsa da, özünde yine de benzer bir yapı vardır.
Ancak kahramanın yolculuğunun adımları zafere ulaşmak yerine trajik bir çöküşe yol açar. Bununla birlikte, ortak noktaları, kahramanın yolculuğundaki tüm bu adımların, ister zaferle ister trajik bir sonuçla sonuçlansın, hepsinin tek bir amaca hizmet etmesidir ve bu da bizi nihayet hikayeler ile gerçeklik arasındaki temel farka getirir.
Kahramanın kendisini bir sorun haline getiren, modern zamanların o Allah’ın belası kavramına… Kozmik Gaye’ye…
Haftaya devam.
Beyoğlu’ndan sevgilerle…
hsnhyym@gmail.com