Hasan Hayyam Meriç - Lıkırdılar 1 - Neden Edebiyat?
İyi de niye bunca lakırdı? Bir de tüm bunlar soruyla ne kadar alakalı? Bilmem ki. Belki soru hatalı ya da çocukluğumuzun tabiri ile kandırıkçı. O halde yapabileceğimiz tek şeyi yapalım...
15,660. Gün
Asmalımescit’te akşam vakti. Vakitlerden yaz arifesi bir bahar. İnsanlar aceleci. Beyoğlu Cumasının telaşı Sofyalı sokak boyunca akmakta. Sokağın demirbaşı Sofyalı Meyhanesi’nde bütün masalar çoktan kuşanmış beyaz esvapları. Örtüler serili. Tabak çanak, bardak kaşık, her detay olması gerektiği yerde. Musa ile Şenol 250 yıllık mesailerinin bir başka gecesine hazırlanmakta. İki masada iki erkenci. Biri erkek, diğeri kadın. Erkek genç, kadın yaşlı. Biri ötelere dalmış, diğeri berilere… Usul adap tek rakı, tek peynir demlenmekte.
Demin çaprazında bir başka dükkân. Adı Lokal. Hem eski hem de yeni. Eskiliği kitapçılığından yeniliği mekancılığından. Önünde üç ecnebi. Turist. Her hallerinden belli. Şen şakrak bir sohbet süregidiyor. Cümlelerin birinde ‘magic’ diye bir kelime geçiyor. Beyoğlu, “He canım, he yavrum.” deyip, sırıtıyor. Ağır cam kapı hafif aralanıyor. İsmail; uzun, esmer, yakışıklı. Kim ne kadar içmiş, kontrol ediyor. Sonra gerisin geri uzun salona dönüyor.
Büyük ferah L’nin solunda bir bar. Tavan yüksek, renkler yumuşak. Barın karşısında boş bir duvar. Duvara yansıtılan bir görüntü. Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni. Şener Şen, piposu ve fularıyla Haşmet Asilkan’ı oynuyor. Diğer duvarlarda sanatlı nişler. Nişlerin boşluğunda raflar. Raflarda kitaplar. Kitapların gölgesinde insanlar. İçeriyi kimsenin anlamadığı ama herkesin hoşuna giden bir müzik dolduruyor. İsmail, salon boyunca yürümeye devam ediyor. Bir başka ağır cam kapıdan, apartman boşluğu bahçeye çıkıyor.
Bahçenin boşluğundaki masalar boş. Biri haricinde. O birinde de iki kişi. Bir kadın, bir erkek. Kadın genç, adam yaşlı. Kadının saçları doğal portakal, erkeğin ki küf kömür. Kadının gülümsemesi bahar sarısı, erkeğin ki, eh işte, Mart ayazı. Muhabbet harıl harıl. Kabile dedikodusu. Kadın genç ama edebiyatın emeklisi. Erkek ise çömezi ve heveslisi. Uzun uzun konuşuyorlar. Deprem altı cümlelere kızıp, edebiyatın yükseklerinden düşenlere Fatihalarını esirgiyorlar. Her şey yatırılıyor masaya. Ödül meseleleri, kimlerin hakkının verilmediği, editörlerin, çevirmenlerin üç kuruşa devalüe edilmiş yaşamları, pazarcı yayınevleri ve âli ideal üvey kardeşleri… Ahların ve vahların hararetinden herkes alıyor payını. Egemen nesiller, dergiler, yüce davaların kapı bekçileri…
En nihayetinde, İsmail üçüncü biraları getirdiğinde, mesele, meselenin özüne geliyor. Komedyenlerin, uzun yıllar önce lanetlediği o meşum soruya, isimlerden edimlerden bağımsız o manasız anlama. Erkek, “Neden edebiyat?” diye soruyor. Biri bahar, diğeri ayaz iki kahkaha apartman boşluğunda çınlıyor.
“8 nota.” diyor portakal saçlı. “Aynı şarkı, aynı lakırdı.”
Zaten köşede oturan küf kömür, iyice köşeye sıkışıyor. Köşeye sıkışınca da her çömezin tehlike anında asıldığı ismi salıyor ortaya. “Joseph Campbell” diyor. Öylece adamın ismini söylüyor. Öncesiz ve sonrasız. Yakasından bir türlü düşmeyen yazarların azabıyla Joseph, Honolulu’daki mezarında bir tur daha dönüyor. Dönüşünü tamamlayamadan, kömür uzun mu uzun bir söyleve girişiyor. Karakterler ve dünyalar yaratıyor. Filmler çekip, dizilerinin müziklerini besteliyor. Akımların birini gönderip, binini getiriyor. Susmuyor bir türlü. Anlatıyor da anlatıyor.
Portakal, ki yaman boksör, sakin sükûnet bu dansı izliyor. Kömür, her uzun söylevinde yaptığı gibi lıkırdısını aynı kelimeyle bitiriyor. “Büyü.” deyip sonunda susuyor. Beyoğlu bu sefer kıçıyla gülüyor. Portakal kahkahaya içinden eşlik ediyor. Sonra çavdar gözlerini dikip direkti indiriyor.
“Yazsana bunları. Üç sayfa kadar.”
Kömür, yediğinden habersiz, kendinden emin ve çakırkeyif; “Hafta sonu hallederim” diyor.
Ağır cam kapı açılıyor. İsmail’den mesaiyi devralan Yavuz kafayı uzatıyor. Biralar, cine dönüşüyor. Yavuz, kumral ve uzun ve afili adımlarla salona geri dönüyor. Salonu arşınlarken kadehleri kesiyor. Masalardan cuma akşamının cıvıltıları yükseliyor. Duvarda, Şener Şen, Haşmet Asilkan’ın film rulolarını vücuduna sarmış, kendini yakmaya çalışıyor. Yavuz daha ağır cam kapıyı açıp sokağa çıkıyor. Çaprazdaki meyhanede masalar dolmuş. Yaşlı kadının berisi çatalını şakşukaya daldırırken, genç erkeğin ötesi sigarasını yakıyor. Musa ile Şenol 250 yıllık mesailerinin bilmem kaçıncı servisini yapıyor. Beyoğlu’nun gecesi inerken, Sofyalı’da hayat durgun olmasa da akıp gidiyor.
***
15,661. gün. Cumartesi. Annemin karnıyarığını yedim. Babamla haberleri izledim. Yazılan kelime sayısı; sıfır. 15,662. gün. Pazar. Tolkien’den bir bölüm okuyayım dedim. Vazgeçtim. Sonra Herbert’a niyetlendim. O da kısmet değilmiş. Uyudum. Yazılan kelime sayısı, aynı, sıfır. Birkaç sarı kafalı şekille, gelen mesajlara cevap verdim sadece. 15,663. gün. Pazartesi. Hafif utanç. Hafta sonu halledilecek o büyük yazının halledilmemesinden kaynaklı bir mahcubiyet. Kafamın içinde yan dairedeki matkap misali susmayan o lanetli soru; Neden edebiyat?
… ve en nihayetinde günlerden Salı. Ömrümün 15,664. akşamı. Buraya kadar yazılan kelime sayısı ise altı yüz bir şey, bir şey… Adalet’in beni Okur Bülteni’ne davet edişinin kök hikayesi. Bir başlangıcın anlatısı. Bültene adını veren Okurların şu kelimeler üzerinde akan göz hareketlerine afili bir merhaba çabası.
İyi de niye bunca lakırdı? Bir de tüm bunlar soruyla ne kadar alakalı? Bilmem ki. Belki soru hatalı ya da çocukluğumuzun tabiri ile kandırıkçı. O halde yapabileceğimiz tek şeyi yapalım. Daha çok soru soralım.
Kimdir edebiyat mesela? Edebiyat denilince tahayyülümüzde şekillenen bir sapiens var mı? Fularlı, yaz kış atkılı, fitilli kadife ceketleriyle kır saçlı dayılar ya da buğulu gözleriyle hep uzaklarda yaşayan, alımlı ve âli hanımlar? Bilmem, sokak çıkmaza çıktı sanki… O halde ne yapalım? Bir soru daha soralım.
Nerededir edebiyat peki? Makul mü bu soru? Hem evet hem hayır sanki… Yüksekler de mi edebiyat? Yalçın kayalıklarıyla Anadolu’nun yüce bir dağında, Ilgaz’ın zirvelerinde mi yoksa Çukurova’nın tozunda, ırgatının acısında mı? Daha bir sinsice sormak mümkün mü bu soruyu… Mesela nerededir edebiyat diye tekrar sorsak sonra da eklesek, muhtemel bir edebiyat travmasının sonucu, bir şekilde muteber bellediğimiz bir yayınevi logosunun ardında mı diye… Ama bunlarda olmadı, yani, sanki... Böyle çekemezmiş gibi, pasif agresif. Soruyorum ama derdim cevap bulmak değilmiş de laf çakayım da ciğerim soğusun niyeti. O halde… devam. Hem sorulara hem de sorgulara.
‘K’ çoktan bitti. ‘N’ler tükenmekte. Kaldı iki kurşun. Tersine bir Rus ruleti. O halde sırada ve sahnede; Nedir edebiyat?
Bak bu soru daha iyi tınladı. Nedir edebiyat? Hikâye ya da hikayecilerin deyimiyle, öykü? Yoksa öyküye burun kıvıranların dert bellediği? Roman? E şiirleri ne yapacağız peki? Daha genişten mi almak lazım yoksa? Anlatı desek mesela. Bu daha iyi gibi ama o halde her şey edebiyat. Sinema, fotoğraf, şarkı, senfoni, türkü, resim… Uzatalım iyice… Meddah, dengbej, dedeler ve korkutlar, Karagözler ile Hacivatlar… Hatta biraz da abartalım ve şunu söyleyelim; A’sından Z’sine tüm kanallarıyla haberler… Bunların hepsi neticede anlatı. Anlatıların ortak yanı, yaşamdan hayatlarını bulmaları. Gerçekle gerekçelendirilmeleri… Ben demiyorum bunu. İnsanlığın iddiası. O halde ve nihayetinde, somut bir şey söyleyebilirim. Her edebiyat bir anlatıdır. Basit gibi görünen bir tespit. Buradan başlanabilir. Devamı için yapılması gereken tek şey, zinciri ilerletmektir… İlerletelim o zaman, deneyelim en azından…
Anlatılar yaşamdan kaynaklanıyorsa ve yaşam dediğimiz şey, duyumsayabildiğimiz tek gerçeklikse, bir anlatı olan edebiyat gerçek midir?
Bilmem. Ama bakabiliriz bir örnekten. Misal, burada bu lakırdılara sizi maruz bırakan olayların anlatısı. Anlattım ya başta. Beyoğlu diye bir yer var. Asmalı Mescit diye bir sokak da… Orada iki mekân. Biri Sofyalı diğer Lokal. Musa, Şenol, İsmail, Yavuz. Hepsi var. İnanmıyorsanız gidin konuşun. Tabi bu bültenin müdavimlerinin de şahitlik edebileceği gibi Adalet de var. Olmalı en azından… Ama saçları portakal rengi mi gerçekten mesela? Yani andırıyor tabi ama öyle Vaşington narenciyesi kadar değil. Benim saçlar peki. Küf kömür mü? Bilmem. Kömür küflenir mi ondan bile emin değilim. En son iki yıl önce mangal yaparken gördüm kömür denen şeyi… Ya da başka bir detay. Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni. Evet, Lokal’in duvarındaydı ama o gün değil. İki gün önce. Filmin sonunu gördüm mü o duvarda? Hayır. Filmi de hiç izlemediğim için yazıyı yazarken baktım sonuna zaten. El arttırayım daha da… Sofyalı’da tek başına oturan o yaşlı kadın, gençti mesela ve de ecnebi. Yani ecnebiler tek bir ecnebiydi ve de Lokal’de değil, Sofyalı’da oturmaktaydı. Peki ya genç erkek. E mutlaka oturmuştur Sofyalı’da genç biri. Hadi biraz da eğlenelim… Beyoğlu’nun kıçı var mıdır hakikaten? Belki bazı sokakları, birkaç gayya mekânı. O da ancak benzetmeyle. İltifat niyetine. Peki kıç denilen nesne, kahkaha atabilir mi? Benzeri sesler çıkartabilir. O da çok zorlarsak belki. Ama kahkaha… Atamaz tabi.
O halde soralım tekrar. Gerçek midir edebiyat? Bir kısmı evet. Diğer bir kısmı, farklı zamanların ve insanların gerçekliği. Büyük bir kısmı ise basitçe bir rüya. O zaman anlatıdan nasıl ayrılıyor? Rüyalar gibi… Bu üç parçayı nasıl sıraladığınla. Geldik mi altı patlardaki son kurşuna? Bütün bu yaygaranın vardığı soruya…
Nasıl bir edebiyat?
Sabreyleyip okuduğunuz bütün bu cümleler, bir davet aslında. Yetiş ya Joseph, yetiş ya Campbell diyerek giriştiğimiz bir macera. Gerçeklikten rüyaya yapacağımız bir yolculuk… Bir sayıklama, bir görü. Kaşıkla yapacağımız bir otopsi. Masamızda yatan ise, gerçekliği rüyalara bağlayan, rüyaları gerçekle sükutu hayale uğratan, varlığı yokluğu bilinmez, bir kelime;
edebiyat
ya da namı diğer
büyü.
hsnhyym@gmail.com